25 Eylül 2008

yolculuk...




efendim önümde uzun bir yol var. maksat hem çalışmak, hem de tatil yapmak... biraz da birşeyler öğrenmek. bir 10-15 gün yokum. belki merak eden olur diye şey ettim...

23 Eylül 2008

1 dakika, 1 saat, 1 gün





altı gün olmuş yine yazmayalı. öyle görünüyor blogumda... ama bence beş gün olmadı yazmayalı...

çünkü 6 kere uyuyup uyanmadım. ya da günde 3 öğünden 18 öğün yemek yemedim. 6 günün gazetesini de okumadım. 6 kere çıkmadım evden...

düşününce dünyadaki milyarlarca insan için de geçerli tek bir zaman parametresi olması saçma gelmiyor mu size de?? herkesin 60'a kadar sayması o '1 dakika' olarak adlandırdığımız zaman dilimi kadar sürdüğünü varsaymak gibi geliyor bu bana.

bence biz zamanı durdurabiliyoruz. ya da hızlandırıp yavaşlatabiliyoruz... ama sadece belirli kalıplara sıkıştırdığımız için farkedemiyoruz bunu. hepimizin ortak bir saati varmış gibi davrandığımız için farkedemiyoruz.

size hiç 1 dakika 1 saat gibi gelmedi mi? ya da 1 saatin 1 dakika gibi çabucak tükeniverdiğini hissettiğiniz olmadı mı? sıkıcı bir dersin son 10 dakikası hiç geçmez sanki, değil mi? bir haftalık bir tatil göz açıp kapayınca bitiverir. boş boş oturduğumuzda zaman geçmez de, bir yere yetişmeye çalıştığımızda yetişemeyiz zamanın hızına... sevgilimizle geçirdiğimiz kısıtlı zaman çabucak tükenir ama işte, okulda bitmek bilmez aynı zaman...

bence herkesin kendine ait bir uzay zaman sürekliliği var. kendine özgü '1 dakika'sı var uzatıp kısaltabildiği... işte bu kendimize ait zamanın kontrolünü elimize alıp diğerlerinkinden ayırdığımız zaman gerçek özgürlüğe kavuşabiliriz. kimi buna ölüm diyor, kimi sonsuz uyku... kimi huzur, kimi mutluluk... kimi bunu yaşarken yakalayabilir, kimi öldükten sonra...

ben şu an başkalarının önüme koyduğu zamanı yaşıyorum, ama öyle ya da böyle bir gün kendi zamanımı yaşayacağımı biliyorum.

6 gündür yazmıyorum lan ne var demek yerine nasıl bir laf kalabalığı yaptım yaa... neyse...

not: resim salvador dali'nin 'melting clocks' tablosu...

18 Eylül 2008

yurttan manzaralar



'işsizlikten şikayet eden iş kazalarına tepki göstermesin.' şu kafanın güzelliğine bakar mısın yaa. şu mantığın güzelliğine bakar mısın. adama iş vermişiz hala ölüyorum diye şikayet ediyor. insanoğlu nankör arkadaş...

'üniversitenin her bir ferdi özgür düşünceyi serbestçe ifade edebilmelidir.' diyor başbakan erdoğan. bu sırada dışarıda kendisini protesto eden öğrenciler gözaltına alınıyor yaka paça... lan özgür düşünce dedi diye başbakanımızı eleştirebileceğinizi mi sandınız lan bre kafirler!!!

yüzyılın inderegandi harekatı...

özgür televizyonumuzu ve radyomuzu özgürce denetleyen özgür rtük'ün başındaki çok özgür başkanı zahid akman...

bara gittim geçen. bir su söyledim. masadaki herkes bana baktı. mahalle baskısını iliklerime kadar hissettim.

devletimin verdiği maaş emekliye yetmiyor. çalış diyor emekliye. emekli çalışıyor. çalıştığı için devletim emekli maaşını kesiyor emeklinin. emekli yine emekli oluyor. devletimin verdiği maaş yetmiyor... infinite loop...

16 Eylül 2008

the great rick in the sky





hani bazıları vardır, hakettikleri değerleri göremezler... işlerini ne kadar iyi yapsalar da yanlarında bir efsane olduğundan dolayı pek öne çıkmazlar. görev adamıdırlar bir nevi... efsaneyi belki de efsane yapanlar onlardır... ama adlarını söylesen çoğu kişi bilmez...

bunlar geçti kafamdan ntv'de 'rock müziğin yedi hali' adlı belgeseli izlerken... çünkü pink floyd vardı ekranda... arkada ise rick wright.

pink floyd soundunun ortaya çıkmasında onun o klavyesinin payı büyüktür. hiç bir zaman syd barrett, roger waters ya da david gilmour kadar öne çıkmamıştır. bu onlardan daha az efsane olduğunu göstermez. sadece karakterinden... dedim ya tam bir görev adamıdır rick...

syd barrett ile birlikte grubu tekrar toplamaya başladılar yukarda...



son olarak ölümünün ardından david gilmourun düşüncelerini yazmak istiyorum.


''no one can replace richard wright. he was my musical partner and my friend.

in the welter of arguments about who or what was pink floyd, rick's enormous input was frequently forgotten.

he was gentle, unassuming and private but his soulful voice and playing were vital, magical components of our most recognised pink floyd sound.

i have never played with anyone quite like him. the blend of his and my voices and our musical telepathy reached their first major flowering in 1971 on 'echoes'. in my view all the greatest pf moments are the ones where he is in full flow. after all, without 'us and them' and 'the great gig in the sky', both of which he wrote, what would 'the dark side of the moon' have been? without his quiet touch the album 'wish you were here' would not quite have worked.

in our middle years, for many reasons he lost his way for a while, but in the early nineties, with 'the division bell', his vitality, spark and humour returned to him and then the audience reaction to his appearances on my tour in 2006 was hugely uplifting and it's a mark of his modesty that those standing ovations came as a huge surprise to him, (though not to the rest of us).

like rick, i don't find it easy to express my feelings in words, but i loved him and will miss him enormously.''

10 Eylül 2008

yenicem seni istanbul



haydarpaşa garında elimde bavulum, merdivenlerde istanbula bakarken söylemedim bu sözü...

şehrin ortasında bir otobüs firmasının kendisine özel lüks garajında, bir elimde laptop çantası, diğerinde spor bir çanta varken de söylemedim. yakışmazdı çünkü oraya bu söz. haksız rekabet sayılırdı çünkü bu. maça önde başlamak...

yine de geçirdim içimden. bahis oynanabilse iddada benim galibiyetime 1'e 1.3 falan verirdi heralde...

ama nerden bilebilirdim ki istanbula 5 handikap verildiğini... 5 fark atamadım. yendiğimi sanıyordum ama oysa berabere kalmıştım. yenilmemiştim ama yenememiştim. yenmiştim ama ezememiştim...

ayrıldım istanbuldan... izmirdeyim şimdi. izmirin kurtuluşunu kaçırdım ama atlas deneyini yakaladım. dünyanın bir kara delik tarafından yok edilmesini kendi şehrimden izleyeceğim belki...

ama ben bu deneyin öyle dünyanın sonunu getireceğini falan düşünmüyorum. anladığımdan falan değil de koskoca stephen hawking bile bir bok olmaz dedi... o adama güvenirim ben. o ne dese inanırım... bir şey olmaz bence, içinizi ferah tutun...

yalnız televizyonda duydum. bilmem kaç milyon dolar harcanmış bu deneye... tarihin en pahalı deneyi. ulen iki parçacığı çarpıştırcaksınız bu kadar yaygara koparılır mı?

şimdi o parayla ne açlar doyar falan diyecem ama çok klasik olacak... en azından silah endüstrisine kullanılmadı diyecem ama dünyanın yok olma riski var lan!! ayrıca einstein yıllar sonra yaptığı bir araştırmanın dünyanın en ölümcül silahına dönüşüp japonyada milyonlarca insanın öleceğini bilemedi... belki de masum insanların üzerine parçacıklar atılacak... olur olur yani...

lan nerden nerey geldim. kimbilir kaç parçacık çarpışmıştır ben bunları yazarken...

o değil de bir daha ki kara delik ikimizin olsun mu sevgilim??

03 Eylül 2008

yazabilememek



uzun zamandır yazmıyordum bloga. bir haftadan fazla oldu heralde... yazmama sebebim basit aslında. internete girecek pek vakit bulamıyorum. girdiğim dönemlerde de maillerimi okumak, şöyle bir tur atmaktan yazmaya zaman olmuyor.

işin ilginci, bu kadar uzun zamandır yazmamama rağmen, yazıya başlarken ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. hala da yok... allaha emanet gidiyoruz yani. mesela iki cümle sonra ne yazıcağımı bilmiyorum. merak ediyorum ama bilmiyorum. belki de şu an yazma sebebim bu bilinmezlik. aaa demek ki bunu yazıcakmışım iki cümle sonra. evet... acaba birazdan ne yazacağım...

yani efendim gelmek istediğim nokta şu. şu son bir haftada yazıcak hiç bir şey biriktirmemişim. hani yazının başında dedim de ya, yazıcak zaman yok, o yüzden yazmıyorum diye... yalan. yani istesem aslında yaratırdım zaman.

acaba diyorum sıkıldım mı blog yazmaktan. yani yazasım yok mu artık? bir başka gelip geçici heves miydi blog?

çok çabuk sıkılan bir insanım efendim. hobileri, yaptıkları, yapmak istedikleri, yapıcakları sürekli değişen bir insanım. kendime verdiğim sözleri tutamam.

mesela şu güne kadar şunu yapıcam. yapmazsam şöle kötü bir şey olsun gibi yeminler ederim içimden. yapmam ama, ya da yapmak isterim ama yapamam... en sevmediğim özelliğim bu heralde.

'kardeşim ne abarttın lan. alt tarafı bir haftadır bir şey yazmıyorsun. söylemesen onu da farketmiycektik. ister yazarsın ister yazmazsın, çok da tın' diyebilirsiniz. ama burda olay yazmak, ya da blog değil... burda olay kendimle olan kavgam. sadece blog değil tüm yapmadıklarım ve yapmayacaklarım...

bak ne yazcağımı bilmiyorum diyordum, yazdım lan baya bir şey. yeter şimdilik bu kadar. belki haftaya yazarım bir tane daha, belki bir ay sonra, belki yarın, belki de hiç...

ama yazıcam yine. yazmazsam, galatasaray şampiyon olamasın bu sene...

25 Ağustos 2008

istesem büyük futbolcu olurdum...



efendim geçen kaptırmışım kendimi yine fm oynuyorum... kurmuşum winamp-kola-cips-fm dörtlüsünü, devirmişim sabah saat beşi...

scoutlarımı türkiye'ye genç oyuncu aramaya gönderdim.eeee avrupa'nın en iyi teknik direktörü olabilirim ama para beni bozmadı.ülkeme birşeyler vermek istiyorum...neyse bu scoutlar bana gösterdiği bu futbolcular arasında genç bir orta saha oyuncusu gözüme battı.ismi de bir yerden tanıdık geliyor...şimdi ben burda ismini verip kimseyi de efenim... 'ulan bizim x lan bu' diyorum...ama yok lan isim benzerliğidir diye olayı geçiştiriyorum.

sonra o günlerden hala görüştüğüm birine bu olayı anlattığımda 'evet lan orda oynuyo o' diyor.gülüyorum ilk başta...

daha sonra içime oturuyor acısı.ulan diyorum, ben bu çocuğun eline verirdim eskiden diyorum.çalım manyağı yapardım,o günler gözümün önüne geliyor...arabanın altına kaçan toplar,araba geçince duran oyun,herkes eski yerine dönsün,sen bir adım gerideydin...yok direk üstü,kaleci nasıl zıplasın lan oraya...

o flashback sonrası gerçek vuruyor yüzüme...o futbolcu olup kurtarmıştı kendini.ben ise boş gezen bir adam...diyorum ulan ben de bırakmasam futbolu, kırmasak şu lanet olası bacakları ben de futbolcu olurdum kimbilir... belki de galatasaray formasını tribünlerde bağırarak değil, sahada koşarak terletiyordum.

ama keşkelerle olmuyor bu hayat... olmuyor...

neyse ben açıyım da biraz daha fm oynıyayım.o şerefsizi de aldım futbol hayatını bitiricem. gönderdim pafa, kimseye de satmıycam...

22 Ağustos 2008

cimbombomum benim...

malum yarın turkcell süper lig başlıyor. yine uzun bir süre futbol konuşulacak...

burası futbol blogu değil. futbolu da sanırım ilk kez yazıcam. ama yeni sezon öncesi böyle bir yazı yazasım geldi. takımımın yani galatasarayın bu sezonki durumunu yorumlamak istedim kendimce...

öncelikle kaleden başlayalım... orkun, de sanctis, aykut ve fırat... galatasarayın şu an için en kalabalık ama bir o kadar da problemli bir yeri gibi görünse de bence öyle değil. şu bir kesin ki bu sene galatasarayın birinci kalecisi olmayacak. formayı kim daha çok iyiyse o alıcak. fırat'ın bu sene de forma bulması zor gözüküyor ama aykut gibi sabretmesi lazım onun da çünkü yetenekli bir kaleci. orkun'un bu sene biraz gerilerde kalıcağını düşünüyorum ama 'deli' orkun bizi şaşırtabilir. de sanctis ve aykut takımın kalesini koruyacak asıl isimler gibi duruyor. de sanctis şu an bence türkiyedeki en yetenekli kaleci. udinesiyi bir kaç oyuncuyla beraber taşıyanlardan... takıma alışması lazım sadece. aykutu her zaman sevmişimdir ve galatasarayın kalesini koruyacak kapasitede olduğunu düşünüyorum ama bazı eksikleri var. yan topları mesela... bence galatasaray kalesini rakibe göre koruycak kişi belirlenmeli. mesela kanatlardan yüklenen, hava toplarıyla gol arayan rakibe de sanchis, ara toplarıyla, kontrataklarla yüklenen takıma aykut...

gelelim defansa. galatasarayın en sağlam yerlerinden... türkiye liginin şu an çok üstünde ve bence çok az gol yerler. solda hakan balta, volkan ve alparslan. hakan balta ergünden sonra soğukkanlı sol kanat açığını kapattı galatasarayda. kademelere iyi giriyor ve sürpriz goller atıyor. volkan hücuma daha çok katılan bir kanat ama defansında eksiklikler var. yine rakibe göre oynayacak seçilmesi lazım. alparslan genç ve pek tanımıyorum ama geçen sene alınan serkan ve barışı düşününce vardır bir bildikleri diyorum. sağ bek eksik gibi şu an ama uğur dönüp forma girerse hiç hissedilmez bu eksiklik. o zamana kadar sabriye sabretmek lazım. defansın ortası süper denilebilir heralde. servet, emre aşık, emre güngör ve meira. diyecek bir şey yok... genç murat ve semih ise tecrübe kazanmalı...

orta saha da alternifi bol ve sorunsuz görünüyor galatasarayda... mehmet topal biraz formsuz, medya tarafından kafası karıştırılmaya çalışılıyor ama toparlıyacağına inanıyorum. linderoth umarım şanssızlığını kırar ve takıma döner. büyük roller alır bence bu sene. barış, ayhan, sabri, hasan ne zaman görev versen elinden geleni yapıcak oyuncular. başarıya aç ve patlamaya hazır ferdi, mehmet güven ve aydından (özellikle aydından) sürpriz bekliyorum. kewell sakatlanmazsa türkiye liginin yıldızı olur. arda bildiğimiz arda... lincolnden bıktım diyebilirim ve artık antipatik olmaya başladı. medya da biraz dolduruşa getiriyor ama o da hiçbir şey yapmıyor gerçekten. yeteneğini tartışmaya gerek yok ama oynamıyor adam... yedek başlayıp ikinci yarıda oyuna giren bir oyuncu olarak çok yararlı olur diyorum. favori orta saham solda kewell, sağda hasan şaş, ortada linderoth ve topal önlerinde de arda...

forvet biraz sorunlu gibi dursa da bence orası da alternatifi bol... transfer tabi ki de iyi olur ama sıradan bir forvet almaktansa hiç almamak daha iyi. şöyle brezilyadan arjantinden 18 19 yaşında bir forvet getirseler ne güzel olur ama nerdeee... neyse ümit ve nondayı tartışmaya gerek yok. arkadan yaser, erhan ve serkan geliyor. galatasaray gol sorunu çekmez bence bu sene... özellikle erhana dikkat... yasere de dikkat...

skibbe'ye gelirsek... kendisi hakkında pek bilgim yok. ama bu genç yaşına rağmen kariyeri çok iyi. tek eksiği almanya dışı tecrübesi olmaması. elinde malzeme bol... ama fantazi yapmaması lazım. dönüşümlü olarak bütün oyuncuları iyi kullanırsa hiç sorun olmaz. sonuçta kimi oynatırsa oynatsın yedek kulübesinde her zaman girer girmez oyuna etki edecek gerek defansta gerek hücumda oyunu değiştiricek oyuncular olucak... bunları iyi kullanmalı diye düşünüyorum.

galatasarayın bu sene ligde zorlanmadan şampiyon olmasını bekliyorum... ama büyük konuşmamak lazım. her an her şey olabilir. avrupada da başarı bekliyorum. şampiyonlar liginde gruplardan çıkar minumum ama benim gönlümde şükrü saraçoğlunda uefa kupasını kaldırmak var. o yüzden üçüncü olunup elenirse üzülmem aksine sevinirim bir yandan...

neyse bitiriyim... son olarak galatasarayıma yeni sezonda başarılar diliyorum...

not: alakalı şarkı bulamadığım için bu posta şarkı koyamadım...

21 Ağustos 2008

sinema tarihinin unutulmazları no 3 - un chien andalou





bugün bir kısa film hakkında bir iki bir şey söylemek istiyorum... belki de sinema tarihinde en çok ses getiren kısa film... ispanyol yönetmen salvador dali'nin 1929 tarihli ilk filmi... 'un chien andalou', türkçesi 'endülüs köpeği'...

şimdi filmin altına imzasını atan iki insan var. bunlar hakkında konuşmak istiyorum önce... ilki filmin yönetmeni, aynı zamanda senaristi luis bunuel... sinemada sürrealizmin babası sayılır kendisi. her filmi ayrı bir başyapıt, ayrı bir izlenesidir. ayrıca bu satırların yazarının en sevdiği yönetmenlerdendir. 'altın çağ'
, 'burjuvazinin dayanılmaz çekiciliği', 'belle de jour', 'las hurdes', 'los olvidados' aklıma gelen ilk filmleri...

ikinci kişi ise filmin diğer senaristi salvador dali. resimde sürrealizmin babası... delilik ve dahilik arasında gidip gelen biri. yine bu satırların yazarının en sevdiği ressamlardan...

biraz da filmle ilgili konuşalım. tarihin ilk sürrealist(gerçeküstü) -bunuel'in deyimiyle üstgerçekçi- filmi efendim 'un chien andalou'. bunuel ve dali'nin rüyalarından esinlenerek yaptıkları bir film ve ilk olmasına rağmen aynı zamanda sinemada sürrealizmin uç noktalarındandır. o dönemde resimde sürrealizm yavaş yavaş kabul görmüştü, ama sinemada, geçmişi olmayan yeni yeni kabullenilen bir sanat dalında böyle bir film yapmak tam bir delilik,ki bu deliliği ancak bu iki deli yapabilirdi... hele ki o dönemde yapılan, para kazanmak için yapılan ve eğlencelik olan filmleri düşününce. hele ki bunuel'in bu filmi annesinin iş kurması için verdiği parayla finanse ettiği düşünülürse...

filmle ilgili yapılacak pek bir yorum yok. zaten bunuel bu filmi yaparken çıktıkları yolu şu şekilde tanımlıyor... 'psikolojik, kültürel ve mantıksal hiç bir açıklamaya yer vermeyecek düşünce ve görüntüleri benimsemek, akla aykırı her düşünceye açık olmak...' bu sözden sonra konuşmam abes kaçar...

izleyin mutlaka bu filmi diyorum. şaşıracağınızı garanti ediyorum. aklınızdan asla çıkmayacak görüntüler izleyeceğinizi garanti ediyorum, anlamayacağınızı garanti ediyorum, seveceğinizi garanti ediyorum...

nerden bulabilirim diyorsanız film public domain olduğu için internetten, video paylaşım sitelerinden rahatlıkla bulunabilir. 16 dakikalık bir film zaten. haaa ben bulamadım derseniz size bizzat göndermekten de zevk duyarım efendim...

not: yukarda dinleyebileceğiniz pixies'in debaser şarkısı bu filme yazılmıştır...

19 Ağustos 2008

bir başka şehir...



başka bir şehirdeyim efendim. istanbuldayım...

stajım var demiştim sanırım bir önceki postumda. istanbulda türk hava yollarında yapıyorum stajı. haftasonundan beri burdayım...

daha önce gelmiştim istanbula. bir kaç günlüğüne de kalmıştım. çok sevmiştim şehri. belki de yakın bir sürede gideceğimi bildiğimden sevmiştim. tatilde ya da küçük bir kaçamakta olduğunu bildiğimden sevmiştim belki de... ama gerçekten sevmiştim. kusurları gözüme batmamıştı, hatta bu güzel şehirde yaşamak istemiştim bir gün...

ama şu an yaşanmaz bu şehirde diyorum. bu kalabalıkta, bu gürültüde, bu keşmekeşte... aynı kalabalık, aynı gürültü, aynı keşmekeş... neden sevmedim ki?

her gün işe git gel var çünkü. sabahın köründe kalkıp trafiğin içine atlamak var. yarım saatte yüz metre gidememek var. çünkü tatilde değilim. ve gerçekten istanbulda yaşıyorum şimdi... anlatamayacağım bir duygu belki ama sevemedim işte.

hayır, izmirliyim, izmirde yaşamak istiyorum. türkiyenin üçüncü büyük şehri. orası da kalabalık, çok bir farkı yok yani. ama oranın bence en büyük farkı, ruhsuz bir kalabalık değil. sanki bir ritim var orda, bir duygu, bir yaşama heyecanı var. abartıyorum belki, belki de saçmalıyorum, belki de sadece izmirli olduğumdan böyle ama öyle işte benim için.

neyse en azından haftasonu sami yendeyim. biletimi aldım bulmak için canım çıksa da... sırf galatasaray için bile yaşarım ben bu şehirde beee...

yok lan yaşamam. param olursa her maça gider gelirim...

not: şarkının adı çıkmıyor galiba... don mclean'dan 'american pie'... on numara şarkı...

15 Ağustos 2008

gereksiz cümleler bütünü





yaz okulu bitti bugün. berbat bir sınavla hem de... dd'den yükseltmek için aldığım dersten kalıcam sanırım. o değil de yaz okulu için verdiğim o kadar paraya yanarım.

son iki gündür murphy yasası bir türlü peşimi bırakmıyor. dün pasaport çıkarttırmak için emniyete gittim. sıra numarası aldım. 196 numara... 25 numaradaydı o sırada. neyse bekledik. 195 numaraya geldi sıra. umutla beklerken öğle tatiline girdi... 196 numara bendim lan!!! dersimin başlamasın 40 dakika var ve hoca 1 dakika bile geç gelenleri almıyor derse. tam çıkarken güneş gözlüğümün kaybettiğimin farkına vardım. nerde olabilirdi? ya dolmuşta düşürmüştüm, ya da metroda... metroya koştum. orada yokmuş. adam bana ben de kaybettiydim 2 hafta önce gözlüğü, unut sen onu dedi. neyse kızılaya gidip dolmuşçulara sorıyım bi de dedim. metroyla gidicem, metronun kapısı suratım kapandı. derse 35 dakika var ve bir dahaki metronun gelmesine 6 dakika. 23 dakika kala kızılaydaydım. dolmuşçulara sordum, onlar da unut dediler gözlüğü. neyse bari derse yetişiyim dedim, odtü dolmuşu hemen önümden geçti, el kaldırdım durmadı. bir dahaki dolmuş 5 dakikada doldu. hareket ettiğinde 16 dakika vardı. her kırmızı ışıkta durdu, her yerde yolcu indirip bindirdi ve polis de durdurdu. neyse uzattım sonunda derse geç kaldım. hoca almadı...

daha bir sürü talihsizlik yaşadım da anlatmak istemiyorum. dur son bir şey daha söyliyim. dün saat 6 gibi cebimde dolmuş parası bile yok, bankadan para çekicem. atm kartımı yuttu, banka kapalı ve ben parasızım...

yaz okulu bitti dedim ama sanmayın ki tatil var bana... pazartesi staj başlıyor...

çok karamsar bir yazı oldu. hayatta güzel şeyler de oluyor. ama son zamanlarda benim başıma pek gelmedi. şöyle düşünüyorum ' var mı şöyle anlatabileceğim güzel bir şey son zamanlarda'... ı ıhh yok. yani küçük küçük vardır tabi mutluluklar ama ben onları anlayamadığım ya da yeterince tadını çıkaramadığım için... sorun burda bende... insan kendine söz geçiremiyor ya, kendine verdiği sözleri tutamıyor, aldığı kararları uygulayamıyor ya, çok kötü bir şey bence bu... kardeşim bu benim hayatım değil mi? niye kontrol bende değil??? değil işte, o kadar kolay değil...

gelecegin internetinin onizlemesini yapiyoruz olayını katılmaya çalıştım ama bir türlü beceremediğim için katılamadım.

yanı başımızda insanlar ölüyor, siyasetçilerimizin acaba petrol boru hattına bir şey olur mu diye endişeleniyor... o boru size... tövbe tövbe...

resim, salvador dali'nin 'gala of the spheres' tablosu... insan içinde kayboluyor resmin...

aklıma yazacak başka bir şey gelmiyor...

12 Ağustos 2008

anlar...





eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
ikincisinde, daha çok hata yapardım.
kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
çok az şeyi
ciddiyetle yapardım.
temizlik sorun bile olmazdı asla.
daha çok riske girerdim.
seyahat ederdim daha fazla.
daha çok güneş doğuşu izler,
daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
görmediğim bir çok yere giderdim.
dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
anlar, sadece anlar. siz de anı yaşayın.
hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
gitmeyen insanlardandım ben.
yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
eğer yeniden başlayabilseydim,
ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ölüyorum...

jorge luis borges

fotoğrafı şurdan çaldım

not: şiiri okurken şarkıyı dinlemenizi tavsiye ederim. ya da şarkıyı dinlerken şiiri okumanızı... belki de ikisinin de ne demek istediğini anlayabilirsiniz...

11 Ağustos 2008

sinema tarihinin unutulmazları no 2- M






efendim, farkettiyseniz sol tarafta 'M' yazan bir el resmi var. hiç merak ettiniz mi, nedir, ne değildir diye? hayır, sadece bir harf değil 'M'... 'M' sinema tarihinin en iyi filmleri başlıklı listelerin değişilmez bir parçası olan 1931 almanya yapımı bir Fritz Lang filmi...

Filmi şöyle bir özetliyeyim. Bir çocuk katili... Ve bu katili arayan bir şehrin betimlemesi...

Evet, filmi bu iki cümleyle tamamen özetleyebiliriz. Ama kesinlikle sadece bu değil. Film katil üzerine değil, katili aramaktan çok daha öteye giden şehrin insanlarını anlatan bir film. bütün herkes katili arıyor ama herkesin arama sebebi kendi çıkarları doğrultusunda bencilce sebepler. kimileri suç üzerlerine kalmasın diye, kimileri itibarlarını kurtarmak için, kimileri katilin kurbanı olmamak için, kimileri de kahraman olmak için... filmi izlemeyenler için biraz aşırı ipucu olabilir ama filmi izlerken katilin bir an önce yakalanıp öldürülmesini isteyen bize sert bir tokat atıyor Fritz Lang. attığı bu tokatla asıl suçlunun toplumun ta kendisinin olduğunu gösteriveriyor bize. cezayı kendi yöntemleriyle verebileceğini düşünen, başınabuyruk hareket eden, bir katilden farkı olmayan toplumun... belki de bu şekilde kendi kurallarını koyan, istediğini öldüren, istediğini yaşatan faşist almanya toplumunun nasıl oluştuğunu anlatıyor bizlere Fritz Lang...

Filmi sinema tarihinin altın harflerle yazdıran senaryosu olduğu kadar sinemaya getirdiği yenilikler hiç kuşkusuz... Sessiz sinemadan, sesli sinemaya geçiş sırasında çekilen bu film de ses kullanımı kendinden sonra gelecek filmlere öncülük ediyor. dış sesin ilk kez kullanıldığı film aynı zamanda. sadece dış ses değil. günümüzde özellikle polisiye ve gerilim türü filmlerde klişe olarak gördüğümüz birçok öğenin ilk kullanıldığı filmdir. yüzü görünmeyen, psikolojik sorunları olan bir katil, gerilimi artırmak için kullanılan dar ve karanlık sokaklar, şiddeti göstermeden hissettirme... sadece bunlar değil tabi. kurguda, ışıklarda ve çekim tekniklerinde de bir çok ilki vardır. hızlı kesmelerle süslenen kurgu döneminde eşsizdir. karanlık sokaklara vurdurulan katilin sert gölgeleri ışık alanında yeni bir çığır açmıştır. sinemada alttan çekim bir kişiyi yüceltir, olduğundan büyük gösterir. işte bu özellik ilk kez bir filmde bu kadar belirgin kullanılmıştır.

neyse efendim uzatmayalım. kısaca ilklerin filmidir 'M'...

son olarak oyunculukla ilgili bir iki şey sölemek isterim. sinema tarihinin önemli oyuncularından biri olan Peter Lorre'un ilk ciddi oyunculuk denemesidir bu film. ve kendisi gerçekten harika bir katil karekteri yaratmış. sırf bu oyunculuk için bile izlenir bu film.

çekiminden bu yana 80 yıl geçmesine rağmen izlendiğinde hala aynı etkiyi bırakabiliyor 'M'... belki de bu kadar büyük film olmasının sırrı bu... eğer polisiye, gerilim türü filmleri seviyorsanız bu tür filmlerin atası sayılan 'M'i mutlaka izleyin derim ben. hatta bu yazıdan sonra canım o kadar çok çekti ki ben de şöyle bir kez daha göz atıcam...

not: şarkı filmde katile giden en önemli ipucu. izlerseniz ne dediğimi anlarsınız. izlediyseniz de zaten sorun yok...

10 Ağustos 2008

one world, one dream??!!





savaş meydanlarından çok uzakta onlarca asker tarafından korunan ofisinde, bir bilgisayar oyunu oynarmışcasına piyonlarını savaş alanlarına sürenlerin hırslarının kurbanı, masum insanlar mı olmak zorunda??

sıradan bir güne, yeni umutlarla uyananlar, yanlış zamanda, yanlış yerde olduğu için, uçaktan atılan bir bomba tarafından korkakça ve kalleşçe öldürülmek mi zorunda?

emirleri verenler savaştan çok uzakta uyurken, sırf oğulları eli silah tutucak yaşta diye analar, babaların uykuları kaçmak mı zorunda?

peki gerçekten yönetilmek zorunda mıyız? başımızda kimse olmasa, bir avuç fazla toprak için savaşanlar olmasa, durumumuz daha mı kötü olur? herkesin dili, dini, milleti, ırkı ne olursa olsun insanca yaşama hakkı olduğunu anlayamıyacak mıyız hiç?

bunları yazmak boşuna... sonuç yine belli... kimbilir kaç bomba daha patladı bunu yazarken...

vakit kaybı...

one world, one dream...

not: bu postu yazarken winampın bana hediyesi...

07 Ağustos 2008

sıkı can iyidir, tez çıkmaz...



efendim, bu blogun halinden, gidişatından memnun değilim ben... yazmaya başlarken böyle bir blog hayal etmemiştim. daha kişisel bir şeyler yazmaktı amacım ama şartlar farklı bir şeye götürdü bu blogu.

ama olsun. hiçbir şey için geç değildir. bugünden itibaren kişisel şeylerle de doldurucam bu blogu. öyle istiyorum çünkü.

son birkaç gündür içimde bir sıkıntı var. hani böyle nedenini bilmediğiniz garip bir duygu olur ya içinizde, anlam veremezsiniz, birşey yapmak istemezsiniz falan. işte o var ben de. bir bitkinlik, bıkkınlık var bende.

nedeni ne olabilir acaba? yazın ortasında ankarada çürüyorum. izmiri özledim... canım boyoz çekti. barışarock gidemiyorum param yok( bir hafta sonra olsa ne olurdu sanki). koskoca evde yalnızım... hiç derse gidesim yok... evden çıkasım yok... yataktan çıkasım yok... şöyle aşık olup, seveceğim biri yok.

bu yazıyı yazarken annem aradı ve yazmak istediğim yazıya yeni bir boyut kattı... başlığı bile değiştirdim, o derece... 'napıyorsun' dedi. 'napıyım anne evdeyim oturuyorum işte' dedim. 'sıkılıyorum' dedim. ve benim hayatımı mahveden sözlerden birini sarfetti yine... 'sıkı can iyidir, tez çıkmaz'...

annem bu lafı küçüklüğümden beri söyler bana... sürekli sıkılanbir çocuktum ben. bu lafı anlayana kadar uzun zaman geçti. 'anneme sıkılıyorum dedim bana sıkıcan dedi. neyi sıkıcam ki? tez ne demek?? nerden çıkmıyor ki bu tez? ne demek lan bu...' bunları düşününce tabi sıkılma falan kalmaz.

ama yıllar geçtikçe, sürekli bu monotonluk yedi bitirdi beni. neyin var diyor, sıkılıyorum diyince robot gibi aynı söz. çok yardımcı oldun, derdime çare buldun anne...

hayır, şu an lafın tam olarak ne anlama geldiğini anlıyorum ama mantıksal açıdan yine bir anlam veremiyorum. sıkı can niye tez çıkmıyor ki?... eğlenen adam küt diye gidiyor mu?? böyle bir bilimsel deney var mı? 50 tane eğlenen ve 50 tane sıkılan adam üzerinde yapılmış bir araştırma falan? yoksa fareler üzerinde mi test edilmiş? isviçre bilim adamları yapmıştır kesin bu deneyi... isviçre ne refah bir toplumdur ki bilim adamları saçma sapan şeyler araştırıyor. peki bu intihar edenler falan hayattan sıkılanlar değil mi? eee ne diye ölüyor bunlar?? yoksa zevkten mi intihar ediyorlar?...

yine saçmalamaya başladım ben. kendi iyiliğim için bitiriyim yazıyı...

bir de dayım 'sıkma canını, okşa patlıcanı' derdi bana. lan bu küçücük çocuğa söylenir mi? buna da az kafa yormamıştım ben...

bak hala bitiremiyorum yazıyı. bitirdim...

offf, ne pis bir çocukluk geçirmişim lan ben...

bak hala!!

05 Ağustos 2008

rektörlerimiz seçildi çok şükür...



Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe atandı. üniversitedeki seçimde 297 oyla birinci olan türban karşıtı bildiri yayınlayan üniversitelerarası kurul başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın değil...

Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç atandı. üniversitedeki seçimde 148 oy alan Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Naime Canoruç değil...

Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Mehmet Füzün atandı. üniversitedeki seçimde 564 oy alarak Mehmet Füzün'ü üçe katlayan Prof. Dr. Sedef Gidener değil...

Gazi Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Rıza Ayhan atandı. üniversitedeki seçimlerde 732 oy alıp en yakn rakibine 348 oy fark atan eski rektör Prof. Dr. Kadri Yamaç değil...

İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Muhammed Şahin atandı. üniversitedeki seçimlerde 362 oy alan Prof. Dr. Hüseyin Faruk Karadoğan değil...

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Hüseyin Akan atandı. üniversitedeki seçimde 262 oyla birinci olan Prof. Dr. Murat Aydın değil...

Uludağ Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Medet Mete Cengiz atandı. üniversitedeki seçimde 254 oy alarak birinci olan Prof. Dr. Merih Yurtkuran değil...

Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. İsmail Yüksek atandı. üniversitedeki seçimlerde 211 oy ile birinci olan Prof. Dr. Durul Ören değil...

*************************************

bu atamaları gerçekleştiren sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün partisi AKP seçimlerden yüzde 47 oy alarak birinci çıktıklarını ve halkın iradesine saygı gösterilmesi gerektiğini savunuyor...

ilginç...

04 Ağustos 2008

Sinema tarihinin unutulmazları no 1- Ladri di biciclette



efendim karar verdim yeni bir yazı dizisine başlıyorum... gören de hürriyette araştırmacı yazarım(!) zannedicek...

neyse, sinema tarihinin başyapıtları kabul edilen, her biri yeni bir çığır açmış ve alanının en iyi filmleri kabul edileni mutlaka izlenmesi gereken unutulmaz filmleri yazacağım... eğer izlediyseniz yorumlarınızı paylaşırsanız, izlemediyseniz de benim tavsiyemle izleyip yine yorumlarınızı paylaşırsanız çok bahtiyar olurum...



ilk filmimiz italyan sinemasının usta yönetmenlerinden vittorio de sica'nın 1949 yapımı 'neo realismo' akımının en önemli örneklerinden biri kabul edilen 'ladri di biciclette'(türkçesi 'bisiklet hırsızları') filmi. çoğu yönetmenin hayatımı değiştiren filmlerden, yönetmen olmamı sağlayan filmlerden dediği bir film.

şimdi bu filmi anlatmaya başlamadan önce 'neo realismo'dan yani yeni gerçekçilik akımından bahsetsem biraz daha iyi olur sanırım... faşist italya zamanında mussolini tarafından kurulan italyan film endüstrisi 'cinecitta', 'beyaz telefon filmleri' adı verilen faşizm propagandası yapan, 2. dünya savaşı sonrası italyan toplumunun gerçeklerini yansıtmayan ve burjuva yaşam tarzını anlatan filmler yapıyordu. işte bu tür filmlere tepki amaçlı doğduğu 'neo realismo'... rosellini, fellini, visconti, de sica gibi yönetmenlerin öncülüğünde doğan bu akımın filmleri toplumsal gerçeklere dayanan belgesel tadında filmlerdi. yani sinemanın sokağa çıkması gerektiğini savunuyordu. 'sanat toplum içindir, toplumu bilinçlendirmelidir' diyordu. bu akımın en önemli özellikleri stüdyo çekimlerinden ziyade sokakta yapılan, az efekt, doğal ışık kullanımı içeren, amatör oyuncuların oynadığı ve toplumun yaşadığı sorunlara parmak basan düşük bütçeli filmlerdi.

işte 'bisiklet hırsızları' yukarıda bahsettiğim 'neo realismo'nun tüm özelliklerini taşıyan bir film... amatör oyuncular -ki oyuncuların perfomansı olağanüstü,yönetmenin oyuncu yönetimindeki ustalığı kendini göstermiş-, dış çekimler, ve savaş sonrası italyan toplumunun sefaletini gösteren bir senaryo...

baba ricci iş arayan ve evini geçindirmeye çalışan bir adam. bir gün işçi bulma kurumu ona bir iş imkanı sağlıyor. afiş asıcak... ama mutlaka bisikleti olması lazım. evdeki eski çarşafları rehin bırakarak bir bisiklet alıyor. ama işinin ilk gününde çaldırıyor bisikleti...

işte film burdan sonra başlıyor. bisikletini aramaya başlıyor küçük oğluyla ricci... o bisiklet ki onun her şeyi... onu kaybetmek demek ailesini geçindirme umudunu kaybetmesi demek. çünkü bu iş sayesinde yeterli para kazanacağını düşünüyordu.

de sica bu arayış içerisinde baba ve oğulun psikolojilerini yani toplumun psikolojisini inanılmaz bir biçimde gözler önüne seriyor. babanın çaresizliğinin onu sürüklediği yolları ve çocuğun babasına olan güveninin ve hayranlığın yükselişini ve alçalışını sinemanın diliyle anlatıyor bizlere...

filmle ilgili daha fazla spoiler vermek istemiyorum. sadece mutlaka izleyin bu filmi diyorum.

son olarak ilginç bir not filmle ilgili... filmin yönetmeni ve 'neo realismo'nun en önemli yönetmenlerinden vittoria de sica yukarda bahsettiğim 'beyaz telefon filmleri'nin aranan oyuncularındanmış... enteresan...

dipnot: bu filmin alessandro cicognini'nin yaptığı harika bir soundtracki vardır. gönül ister ki bu posta o şarkıyı koyayım ama internette bulamadım o şarkıyı bir türlü... bulabilen olursa ve bana gönderirse minnettar olurum.

01 Ağustos 2008

para maçı...



para maçını kim oynamamıştır ki...

ortaokul, lise yılları... üç adet bozuk para, iki öğrenci ve ateşli bir taraftar topluluğu... teneffüslerin, boş derslerin ve hatta dolu derslerin vazgeçilmez aktivitesi.

ligini bile yapmıştık biz bunun. bir fikstür çıkartmıştık, hangi gün, hangi teneffüs, kimin kiminle maç yapacağı belliydi. 4 ayrı masada, hakemler eşliğinde... 2. olmuştum averajla. son iki haftaya lider girmiştim. ligin zayıf ekiplerinden(!) birine tenefüsün kısa sürmesi sonucu yenilince kaptırmıştım liderliği... az mızıkçılık yapmamıştım maçın tekrar edilmesi için ama olmadı işte.

basketbol oyunu da vardı bunun. hatta eğik bir masada parayı dik tutup köşesine vurarak döndürmek suretiyle orta açılan ve bir takım arkadaşın üfleyerek gol aradığı bir türü de vardı... bir paradan ne kadar da çok oyun çıkarmıştık...

niye peki bu nostalji?? efendim internetten buldum tekrar para maçını. euro 2008 için yapmışlar ben yeni keşfettim. yarın önemli bir sınavım var, çalışmaya bugün başladım ama ben 10 dakika çalışıp, yarım saat bu oyunu oynuyorum... internetten oynanan en iyi oyun benim gördüğüm... dikkat bağımlılık yaratabilir...

işte oyun burda...

28 Temmuz 2008

aleyna çelik...





aleyna çelik kim?? gazetelerde haberi vardı bugün, kredi kartı reklamının hemen üstünde...bir sayfa öncesinde bodrumda samimi görüntüler veren çiftin fotoğrafı vardı... peki aleyna çelik kim?

aleyna çelik manken değildi. sosyetik bir güzel ya da şarkıcı da değildi. dizilerde falan da oynamadı. 4 yaşında küçük bir kız çocuğuydu. dün güngörendeki patlamalarda hayatını yitirenlerden biriydi. bu sayede gazetelere çıktı. belki yarın da çıkıcak, hadi ondan sonraki gün de haber yapsın birkaç popülist gazete.en geç cuma günü unutulacak. 4 yaşında ölen herkes gibi...

4 yaşındaydı... sadece 4 yıl yaşayabildi... siz 4 yaşındayken ne yaptığınızı hatırlayabiliyor musunuz? hayallerinizi hatırlayabiliyor musunuz? 4 yaşındayken dünün, bugünün, yarının önemi var mıydı sizin için? 4 yılın ne kadar kısa bir zaman olduğunun farkında mıydınız 4 yaşındayken? 4 yaşındayken yeterince yaşadığınızı düşünüyor muydunuz? ya da uyandığınızda bugün ölebilirim belki diye düşündünüz mü 4 yaşındayken? hatta 4 yaşındayken sizin için ölüm, oyun oynarken yere yatıp gözünüzü kapatmak değil miydi?

öldüğünde sadece 4 yaşındaydı. yapmadığı milyonlarca şey vardı, görmediği yerler, yemediği yemekler, hissetmediği duygular... hayalleri vardı, belki de hayal bile kuramıyordu daha. ama en azında yemeğini yedikten sonra arkadaşlarıyla oynamak istiyordu... yaşamadığı, yaşatmadığımız koskoca bir hayatı vardı...

aleyna ölen ilk çocuk değil. ne kadar konuşsak da son çocuk olmayacak. elimizden birşey gelmez. aslında bana koyan da bu... yarın yeni çocuklar ölücek, belki türkiyede yine, belki dünyanın öbür ucunda... belki 4 yaşında aleyna gibi, belki 6, belki 11...

'çocuklar ölebilir yarın' demişti nazım hikmet... 'hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından, düşerek de değil kuyulara filan. çocuklar ölebilir yarın, çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın...'

evet ölüyor çocuklar. insanoğlunun hırsı öldürüyor onları. hükmetme arzusu öldürüyor hiçbir suçu olmayanları... güya inandıkları şeyler uğruna öldürüyorlar, hiç ölmeyeceğine inanan çocukları...

davaları varmış. eğer sizin davalarınız küçücük çocukların ölmesiyse, sizin davanız yardıma koşan masum insanları öldürmekse lanet olsun sizin davanıza. size de, terörünüze de, savaşınıza da, silahlarınıza da, bombalarınıza da lanet olsun...

merak ediyorum, minik aleynalar ölürken nasıl rahat uyuyabiliyorsunuz yataklarınızda. hadi beyni yıkanan, düşünme yetisi elinden alınan piyonları geçtim -ki onlar eminim uyuyamıyordur acılarından- o komutu verenler nasıl kapatabiliyor gözlerini??

son olarak yine nazım hikmetin kız çocuğu şiirinden bir dizeyi yazmak istiyorum...tabi birileri için birşey ifade ediyorsa...

çocuklar ölmesinler, şeker de yiyebilsinler...

25 Temmuz 2008

ben içeri düştüğümden beri...

şiirim geldi benim bu gece...



ben iceri düstügümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
bir kur$un kalemim vardı ben içeri düştügüm sene.
bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."

katillikten yatan osman,
ben içeri düştügümden beri,
yedi buçuğu doldurup çıktı,
dolaştı dışarlarda bir vakit,
sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
altı ayı doldurup çıktı tekrar,
dün mektup geldi, evlenmiş,
bir çocuğu doğacakmı$ baharda.

şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
rahat , geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri.
ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.

pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
ben içeri düştüğüm sene.
sonra vesikaya bindi,
bizim burda,içerde, birbirini vurdu millet
yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.

ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz.
daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamı$tı hiro$ima'ya.
bogazlanan bir cocugun kanı gibi aktı zaman.
sonra kapandı resmen o fasıl,
şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.

fakat gün ı$ıdı her $eye rağmen ben içeri düştüğümden beri.
ve karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya...

ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,
ben içeri düştügüm sene onlar için yazdığımı
onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada ku$ kadar çokturlar,
korkak,cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,

ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır.

ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lâfü güzaf.


nazım hikmet...

buluşmak üzere...



Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım

Can YÜCEL

23 Temmuz 2008

bir recep ivedik incelemesi





efendim herkes bu filmi konuştu, uzun bir süre konuşmaya da devam etti.benim de birşeyler söyleyesim var bu konuda...

yazıma çok sevdiğim bir abimin sözüyle başlamak istiyorum. 'sinemanın yüzde 99'u ticaridir, geri kalan yüzde 1'i sanattır.'

aynı şey müzikte de var, aynı şey tiyatroda da var, aynı şey edebiyatta da var. biz sadece para kazanmak için kaset çıkaran ama yüzlerce hayranı olan insanlar da gördük, sırf tiyatro dolsun para kazanıyım diye oyunlar yazan ve oynayan, yeni tiyatro çeşitleri yaratmaya çalışan insanlar da gördük ki bunların oyunlarına da gittik. cümlenin sonuna nokta koymayan, dahi anlamındaki de'yi ayrı yazamayan insanların kitaplarını da aldık...

şimdi bu konuda 'sinema' ve 'film' kavramlarını ayırmak lazım. sinema yedinci sanat olarak geçer, 'film' ise kamerayla çekilen herşeydir. yani düğünde çektiğiniz görüntüler de filmdir, cep telefonunuzun kamerasıyla çektiğiniz de filmdir. ama tarkovski'nin, bunuel'in çektiği sinemadır, sanattır.

yani demek istediğim şu. serdar ortaç'ın topu topu 7 notayla yaptığı şarkılarla, ismail yk şarkılarıyla, britney spears şarkılarıyla, mozart'ın, beethoven'ın senfonilerini aynı kefeye koyamazsak, 'recep ivedik' filmini de sanatsal açıdan bakmak abes olur... yani onu asıl amaçladığı şeyle yargılamak lazım... bu filmi kamera açılarına bakarak yargılamak mantıksız olur. çünkü burda önemli olan teknik değil. önemli olan kamera arkası değil, kamera önü... kameranın önünde konuşan insanlar. onları nasıl çektiğinin bir önemi yok. çünkü bu film, adeta birkaç skeçi uç uca ekleyerek oluşturulmuş bir film...

peki ne amaçlıyordu recep ivedik? şahan gökbakar'ın kendi söylediği gibi sadece güldürmeyi... sanatsal bir kaygı yok yani, sadece güldürmek. peki bunu başardı mı. şahsen ben hayvanlar gibi güldüm.

evet bu filme giden 5 milyon kişiden biriyim. ve salondan memnun ayrıldım. çünkü giderken amacım gülmekti ve güldüm...

neden eleştiriliyor bu kadar sorusuna gelelim. bu filmi eleştirenler bu filmin ne amaçla çekildiğini bilmiyor mu? biliyor... yıllarca mehmet ali erbil'in çektiği aynı esprilerle dönen saçma sapan filmleri eleştirmediler neden bunu eleştirdiler? yıllarca amerikan sineması önümüze bunlardan onlarca koymadı mı? sebep basit...recep ivedik çok sattı, zeki demirkubuz, nuri bilge ceylan filmlerine 10 bin kişi giderken bu filme milyonlar gitti... bu peki recep ivedik'in suçu mu? türk insanının sinema sanatına ilgi göstermemesi recep ivedik'in suçu mu?

eleştirilmesinin bir başka nedeni tabi ki toplumdan kendi üstün görmek... toplumun alt kesimi bu filme gidince, kendi onlardan üstün gören insanlar bu filme taş atmaya başladılar. olay bundan ibarettir...

yani demem o ki 'recep ivedik' başarılı bir 'film'dir... kendi amaçladıkları doğrultusunda, kendi türü göz önüne alındığında çok başarılı bir filmdir...

not: şarkının yazıyla bir alakası yok...

22 Temmuz 2008

gökçek lütfen odtüyü yık!!!






teşekkürler gökçek, odtünün ihtiyacı vardı böyle bir şeye...

efendim odtüden bahsediyoruz... sadece türkiyenin en önemli eğitim kurumlarından değildir odtü. türkiye siyasi tarihinde çok önemli yeri vardır verdiği tepkilerle. deniz gezmişiyle, devrim yazısıyla, amerikan büyükelçisinin arabasını yakmasıyla hep bir uyanışın simgesi olmuştur odtü...

ama günümüz türk gençliğinin en büyük sorunu odtüde de baş gösteriyor son yıllarda...seksen sonrası apolitik yetiştirilen türk gençliği okuyor odtüde. yaşamıyor, itiraz etmiyor, karşı çıkmıyor, sesini yükseltmiyor, sadece okuyor.

türk milletinin de derin bir uykuda olduğu bir gerçek... yaşadığım bir örnek vermek istiyorum. geçen sene ankarada baş gösteren büyük susuzluk sonrası belediye sokağımıza su tankeri gönderiyor.sular kesik olduğundan bütün herkes aşağıda kuyrukta. iki yaşlı adam aralarında konuşuyorlar. 'bravo gökçeğe.bak su gönderiyor bize'... dayanamayıp su sorununa önlem almayıp bizi bu duruma düşürenin gökçek olduğunu söylüyorum. bütün herkes karşımda tabi hemen. sen ne anlarsın diyenler, işine bak diyenler, büyükler konuşuyor girme araya diyenler... cevap vermeye çalışsam da tek başıma göğüs geremiyorum....

yani türkiye uyuyordu ve onu uyandırabilecek bir etmen olan odtü de uyuyordu. ta ki bugüne dek...

gündemi takip ediyorsanız biliyorsunuzdur i. melih gökçekin yapmak istediklerini... odtüyü yıkmak istiyor. odtünün yeşerttiği çorak topraklara gözünü dikmiş durumda. ordan yol geçirmek istiyor, eymir gölünü rant kapısı olarak görüyor.

işte bu odtüde bir hareketlilik yarattı. ağzından böyle şeyler duyacağını hayatta düşünmediğim kişiler gökçeğe karşı tepkilerini dile getiriyorlardı. yolda yürürken önümde boya kutusundan çıkmış, kafam kadar gözlüklü sahte sarışınlar gökçek hakkında konuşuyorlardı. metalcisi, emosu, tikkysi, doğulusu, batılısı, mühendisi kısaca bütün odtünün bu konuda söyleyecek bir şeyleri vardı. memnun olmadıkları bazı şeyler vardı.

bugün yapılan eylemde de gördüm bunu. odtüde her kesimden insan gelmişti... derslerini bırakıp gelmişti ve tepkilerini ortaya koyuyorlardı...

bu yüzden çok teşekkürler gökçek... odtüyü dürttüğün için çok teşekkürler... inşallah odtüyü yıkmaya gelirsin, inşallah eymiri almaya gelirsin. ihtiyacımız var çünkü buna...

dipnot: efendim her posta şarkı ekliyeceğimi söylemiştim. bu posta eklediğim şarkı çoğunuza tanıdık gelecektir. peki ne alakası var?? bu güzel şarkıyı böyle şeylere alet etmek istemezdim ama nakarat kısmında 'sen haklısın gökçek' ya da 'sen süpersin gökçek' 'sen anladın gökçek' gibi söylerseniz bir alaka kurabilirsiniz...

20 Temmuz 2008

bir yenilik...



evet efendim, blogumda bir yenilik yapıyım dedim...bundan sonra şöyle bir şey olucak bu blogta. yukarda gördüğünüz gibi her postta alakalı, alakasız bir şarkı olucak. böylece siz de benim saçmalıklarımı okurken bir yandan müzik dinleyebileceksiniz... güzel olur diye düşündüm, bilmem iyi düşünmüş müyüm...

ilk şarkımız şöyle hareketli bir şey olsun dedim...

kral tv dicey mod on
eveeeeetttt şimdi sırada hareketli bir parçamız var.loituma geliyor ve leva's polka diyor...
kral tv dicey mod off

haa bu arada bu şarkının sözlerini ezberleyene bütün mal varlığımı vaat ediyorum...

19 Temmuz 2008

trt ve sansürcü zihniyet

efendim bir önceki yazıda bahsetmiştim böyle bir yazı yazacağımdan...

dün gece trt2 de izledim 'kirazın tadı'nı... bu filmde çoğu izleyicinin gözünden kaçabilecek çok önemli ve küçük bir ayrıntı vardı. açıklıyım...

efendim filmde kahramanımızın arabaya aldığı bir asker vardı. trt'nin dublajına göre bu asker kendisinin azeri olduğunu söylüyordu. buraya kadar herşey normal. tabi filmin orjinalinde askerin kürt olduğunu bilmiyorsanız... evet, trt aslında ben kürdüm diyen askeri azeri olarak tanıtıyordu biz sinemaseverlere...

bir film özgün bir sanat eseridir. bir tablo gibi, ya da bir heykel gibi. bu eseri halka gösteren kişi ya da kurumun bu eserin en ufak bir yerini değiştirmesine hakkı yoktur. madem değiştirceksin göstermezsin.

kürt yerine azeri demek küçük bir ayrıntı,evet.hatta filmde hiçbir önemi yok. ama bence bunun michelangelo'nun davut'una don giydirmekten hiçbir farkı yoktur. çünkü bir eserin bütünlüğü önemlidir.

hadi bu olayın sanatsal ya da emek boyutunu geçtim. ama düşününce bile bu olaya bir anlam veremiyorum. hadi sen orda kürt kelimesini sansürledin noldu? kürt sorunu bitti mi?? dünyada kürtler yaşamıyor mu?? kafasını kuma gömen devekuşu misali...

neyse uzatmıyım... gereksiz bir konu. türkiyenin kanalında küçük bir sansür olayı... sansür heryerde zaten...

kirazın tadı - abbas kiorastami

bugün yaz okulunun ilk finaline girdim efendim... sınav iyi geçmedi haliyle... sebep neydi peki?? sebep postun başlığında.

şöyle ki dün uzun zamandır izlemek istediğim abbas kiorastami'den kirazın tadı (orjinal adı ta'm e guilass) adlı film vardı trt'de. trt'nin yayınıyla ilgili bazı söyleyeceklerim var ama o bir daha ki posta... neyse biz geçelim filme...

filmi değerlendirmeden önce iran sineması ve abbas kiorastami ile ilgili birkaç söylemek isterim. efendim çoğu film eleştirmenleri şunu savunur. avrupa ve hollywood sineması 70'ler ve 80'ler bir senaryo sıkıntısı, bir tıkanma yaşamıştır. bu dönemde dünya sinemasında doğu kültüründen beslenen bir sinema arayışı belirdi. daha önce hindistanın dindirdiği bu arayışı bu dönemde sivrilen iran sineması yapmıştır ve hala günümüzde de yapmaya devam etmiştir. tabi bu dönemde iran sinemasına rakip olabilecek niteliklere sahip türk sineması erotizme yönelerek safdışı kalmıştır o ayrı bir konu... işte bu dönemde iran sinemasının yükselmesine en büyük katkıda bulunan yönetmenlerdendir abbas kiorastami... bir çok başyapıta imza atmıştır ve benim sevdiğim yönetmenlerdendir.

kirazın tadı ise kiorastami'nin ulaştığı en üst nokta olarak kabul edilir ki bu film kendisine cannes'dan altın palmiye getirmiştir 1997 yılında... bu filmle ilgili değerlendirmeme geçmeden önce izlemediyseniz bu filmi mutlaka izlemenizi öneririm...bir de izlemediyseniz yazının devamını okumayın, yoğun spoiler var çünkü... hatta filmi izledikten sonra okuyup yorumlarınızı paylaşırsanız daha bir mutlu olurum... evet...


************************************************

film intihara karar veren bir adamın öldükten sonra cansız bedenini gömücek birini aramasını anlatıyor...neredeyse gerçek zamanlı ilerlemesi manidar bence. kiorastami sinemasının en önemli özelliklerinden gerçeklik... kiorastami der ki 'benim inanmadığım bir şeyi, seyircinin inanmasını bekleyemem.' işte bu yüzden filmin gerçek zamanlı olması bizi film zamanından çıkartıp gerçekliğe, adamın hayatına yönlendiriyor.

film boyunca adam tozlu topraklı yollarda arabasıyla gezip, yabancıları arabasını alıyor ve onlara para karşılığında kendisini gömmelerini teklif ediyor. gezdi yolların tozlu topraklı olması toprağa dönme isteğini simgeliyor bence. yamaçtan aşağı dökülen toprağın düşüşünü izleyip dalması bunu kanıtlıyor....

sürekli arabalarına aldığı insanları ikna etmeye çalışmasını izliyoruz adamın. bir asker, bi ilahiyat öğrencisini dil dökerek ikna etmeye çalışıyor. sürekli kendi konuşuyor, yani konuşmayı yönlendiriyor. asıl ilginç olan en son arabasına binen türk öğretmenin teklifini kabul ettikten sonra hiç konuşmaması ve öğretmenin sürekli konuşması, onu kararından vazgeçirmek için ikna etmeye çalışması... yani konuşmanın kontrolünü ona vermesi. ben burdan şunu çıkardım. intihar eden insan ne olursa olsun onu hayata bağlıcak, kararından vazgeçirecek birşeyler arar. aslında adamın arayışı kendi gömücek biri için değil, kendini vazgeçirecek biri arıyor kahramanımız...kararını gözden geçirmesini sağlıcak biri yani. zaten adamı arabadan indirdikten sonra aniden geri dönüp onla konuşmaya çalışması da bunu gösteriyor...

teklifi kabul eden öğretmenin bu teklifi ölmek üzere olan oğlunun tedavi masrafları için kabul etmesi hayat döngüsünü vurguluyor. yani birilerin ölümü, birilerinin yaşamı...

son olarak kafaları karıştıran filmin sonu için birkaç bişi söylemek istiyorum.bazıları filmin sonunu 'bu sadece bir film, o adam ölmedi, hatta o adam olmadı bile.film bitti hadi kalkın' diye yorumlayabilir. ama bence öyle değil. aslında bu düşünce kiorastami'nin anlatmak istediğinin tamamen zıttı. kiorastami bence burda 'evet bu gerçekliği ben yaratıyorum, siz buna inanmıyorsunuz. ama hayatta bunlar oluyor' demek istiyor. yani gerçekliği yaratma aşamasını göstererek hayatta böyle şeylerin varolduğunu vurguluyor. yani bu izledikleriniz gerçek değil ama hisleriniz ya da bu olayın gerçek olduğunu düşünmeniz,gerçekliğini hissetmeniz gerçek... tam anlatamadım ama umarım demek istediğimi anlamışsınızdır. anlatmak için son bir deneme daha... burda önemli olan kahramanın ölmesi ya da yaşaması değil, asıl önemli olan bunu merak etmek...

yazımı türk öğretmenin kahramanımıza söylediği bir sözle bitirmek istiyorum. 'sağdan gidelim evlat. yol biraz daha taşlı ama daha güzel.' yani hayata sarıl, pes edip bırakmaktan daha zor ama mücadele etmeye devam et...

**************************************************

17 Temmuz 2008

john lennon-working class hero...

sadece bir şarkı değil... ders olarak okutulmalı bu sözler...

as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill
if you want to be a hero well just follow me

15 Temmuz 2008

Odtü Kısa Film Festivali 2008

Odtü Kısa Film Festivali... Odtü Sinema Topluluğu olarak düzenliyoruz bu sene ekim ayında...

Uzun zamandır oldukça emek verdiğimi söyleyebilirim.... Kolay gibi görülebilir düzenlemek. Ama değil. Hele Odtü'de düzenliyorsanız. Çünkü bazı değerleri vardır Odtü'nün... Bu değerleri yıkamazsınız. Bu yüzden ücretsiz ve sponsorsuz bir festival düzenliyoruz... Rektörlük de pek yardımcı olmayınca pek çok engel çıkıyor...

Neyse acındırmak değildi amacım kendimi... Sadece festival düzenlediğimizi duyurucaktım... Biliyorum pek okuyan yok şu an blogu ama olsun. Ben buraya da yazıyım da belki okuyanlar ilgi gösterir, ya da etrafında ilgi gösterenlere söylerler... Hemen geçiyim duyuruya.

*********************************

Odtü Sinema Topluluğu olarak, 22-25 Ekim 2008 tarihleri arasında yarışmalı ve yarışmasız kısımları olan bir kısa film festivali düzenliyoruz.

Çağrı metni;

Odtü Kısa Film Festivali, Kısa Film Günlerinden sonra tekrar düzenleniyor!

Festival 2 bölümden oluşuyor. İlk bölüm ulusal yarışma bölümü... Tür kısıtlaması olmaksızın 'ŞEHİR' temalı kısa filmlerinizi gönderebilirsiniz... Türkiye'nin sayılı akademisyenlerinden oluşan jüri üyeleri...

Ahmet İnam (ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı)
Tayfun Pirselimoğlu (Yönetmen-Yazar-Ressam)
Jale Erzen (ODTÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi )
Önder Şenyapılı(ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi)
Ruken Öztürk(Ankara Üni. Sinema-TV Bölümü Öğretim Üyesi)
Oğuz Onaran ( Ankara Üni. Sinema-TV Bölümü Öğretim Üyesi)

İkinci bölüm ise yarışma dışı gösterim bölümü. Bu bölümde tür ve konu kısıtlaması yok... Ön eleme yok... Süre kısıtlaması yok... Tüm kısa filmlerinizi gönderebilirsiniz...

Son başvuru tarihi 29 Eylül... Acele edin...

Ayrıntılı bilgi için:

internet adresimiz
http://www.sinema.metu.edu.tr/
facebook grubumuz
http://www.facebook.com/topic.php?uid=26484038697&topic=5034

ODTÜ SİNEMA TOPLULUĞU


14 Temmuz 2008

ben olsam...

Ben John Lennon'ın oğlu olsam, unkapanından türkü kasedi çıkarırdım.

Ben Juliette Binoche'un oğlu olsam, fox tv'de bir dizide başrol oynardım.

Ben Luis Bunuel'in oğlu olsam, fox tv'de bir dizi çekerdim.

Ben Maradona'nın oğlu olsam, sokakta top oynayan çocuklara 'kesiyim mi lan topunuzu' diye bağırırdım.

Ben Van Gogh'un oğlu olsam, resim derslerinde kuşları 'm' şeklinde çizerdim.

Ben Tolkien'in oğlu olsam, okuyacağım tek üçleme Cin Ali üçlemesi olurdu.

Ben Mozart'ın oğlu olsam, ıslıkla İsmail Yk. çalardım.

Ben Einstein'ın oğlu olsam, lisede fizik derslerini ekip internet kafeye giderdim.

Ben kendi oğlum olsam, babamla gurur duyardım...

not: sıkıldım lan...

12 Temmuz 2008

syd barrett...üstat...



Bu yazıyı aslında dün yazıcaktım... Şu an dinlediğim şarkıları aslında dün dinleyecektim... Ama hastanelerde sürünmemden dolayı, ölümünden 2 yıl 1 gün sonra anıyorum büyük insanı.


Hakkında söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Nerden başlasam bilmiyorum. Aklıma ölüm haberini ilk aldığım zaman geliyor. Bir temmuz günü, İzmir'in sıcağında kavrulurken öğrendim... Ekşi sözlüğe girdiğimde Syd Barrett başlığında bir sürü yazı vardı. Hakkında bu kadar entry girilince öldü sandım... Ve gerçekten ölmüştü...


Syd Barrett'ın benim için neler ifade ettiğini tam olarak anlatamam heralde. Öldüğünü öğrendiğimde hissettiklerimi de... Sonuçta müziği yıllar önce bırakmış, kendi odasından dışarı çıkmayan biriydi. Dehasını gösteremiyordu bize. Müzik anlamında çoktan ölmüştü. Ama onun orda bir yerlerde hala nefes aldığını bilmek, belki de aklında hala notaların uçuştuğunu bilmek bile yetiyordu, biz hayranlarına... Ya da sadece bana...


Yazıyı daha fazla uzatmak gelmiyor içimden...


Wish you were here, you crazy diamond...

25 Haziran 2008

futbol toplumların afyonudur

yine unutturdu bize bazı şeyleri...
not:fotoğraf 19 ocak kolektifinden...

10 Haziran 2008

yaşamaya dair

-------
Diyelim ki, agir ameliyatlik hastayiz,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün degilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de gülecegiz anlatilan Bektasi fikrasina,
hava yagmurlu mu, diye bakacagiz pencereden,
yahut da sabirsizlikla bekleyecegiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüsülmeye değer bir seyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanip ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hinçla bilecegiz bunu,
fakat yine de çildirasiya merak edecegiz
belki yillarca sürecek olan savasin sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yasimiz da elliye yakin,
daha da on sekiz sene olsun açilmasina demir kapinin.
Yine de disariyla birlikte yasayacagiz,
insanlari, hayvanlari, kavgasi ve rüzgariyla
yani, duvarin ardindaki disariyla.

Yani, nasil ve nerede olursak olalim
hiç ölünmeyecekmis gibi yasanacak...

Nazım Hikmet 1948

08 Haziran 2008

rafael nadal ezdi geçti

Bugün Roland Garros 2008'in erkekler finali vardı. Bu finali ne yazık ki izleyemedim çünkü kendimin finali vardı...(cümleye gel...)

Son 3 senedir tekrarlanan final vardı bugün. Rafael Nadal üçüncü kez üst üste yendi dünya 1 numarası Federer'i...2005'te de yarı finalde yenmişti Nadal. 4 senedir Federer'in kazanamadığını tek grand slami kazanmaması için tek başına mücadele ediyor yani Nadal...

Başlık biraz ağırmış gibi görünebilir. Ulen maçı izlememişsin, nerden biliyorsun ezdiğini falan diyebilirsiniz... Ama biz de destekli sallıyoruz. Yorumları okudum, istatistiklere falan baktım... Bir kere 6-1, 6-3,6-0'la 3-0 kazanıyor Nadal. Federer 35 basit hata, Nadal 7... Federer toplam 52 puan, Nadal 92... Aradaki farklar dikkat çekici... Federer kariyerinde ilk kez bir finalde bu kadar çaresiz oynamış, belki de ilk kez hezimete uğradı...

Bu noktada biraz Federer'le ilgili düşüncelerime yer vermek istiyorum. Acayip gıcık kapıyorum ben bu adama... Bir kere burnu havada geliyor bana... Haa ben de bu kadar domine etsem tenisi, nasıl burnum havada olur anlatamam, az bile yapıyor, orası öyle... Ama böyle hal ve tavırları itici geliyor.

Ama belki de asıl sebep 2001 Wimbledona dayanıyor. Tenise yeni yeni ilgi duymuya, izlemeye başladığım yıllar... Trt 3'de izliyorum turnuvayı maç kaçırmadan... İki tane adamı tutuyorum. Biri sempatik, turnuvayı kazanan Goran Ivaniseviç... Diğeri efsane ve karizmatik Pete Sampras... Ama bir yeni yetme çıkıyor ve üstat Pete Sampras'ı yeniyor... Roger Federer o yeni yetme... O günden bugüne gıcık oluyorum...

Ama yavaş yavaş Roger Federer efsanesi de tükeniyor... Bu sene 33 maç kazanıp 8 maç kaybetmiş. Sadece Estoril Open'ı kazanmış... Gerçekten büyük bir düşüş var... Harika gençler geliyor alttan onu zorlayan... Monfils yarı finalde biraz daha dayanıklı olsa eliyebilirdi Federeri...Djokovic var sonra...
Maçtan girdik nerelere geldik toparlayalım bari...Rafael Nadal 2008 Roland Garros şampiyonu oldu...Federer ise yine eli boş döndü Roland Garros'tan... Sırada Wimbledon var. Bakalım son iki yıldır Federer'e kaybeden Nadal, Federer Roland Garros'u kazanamadan Wimbledon'ı kazanabilecek mi?

ilk post ilk heyecan...

Blogumuzun kurdelesi kesilirken...ortadaki benim...


Efendim öncelikle herkese merhabalar... Okuyan birileri varsa tabi... Bu ilk postumda bu blogun olayının ne olduğunu anlatmaya çalışıcam...

Kendimi tanıtarak başlıyım. Ya da vazgeçtim tanıtmıycam. Evinde oturmuş göbeğini kaşırken saçma sapan yazılar yazan biri olarak bilin siz beni... Evet,evet bu bilgi yeter şimdilik...

Kendimi tanıttııktan sonra neden bu blogu kurdum. Çünkü sıkıldım... Arada birşeyler yazmak istedi canım. Kendimi tatmin etmek istedim. Budur yani...

Peki bu blogun içeriği ne olucak? Her şey... Ya da benim ilgi duyduğum, ki dönem dönem değişik şeylere ilgi duyarım, her şey... Spordan sinemaya, güncel konulardan siyasete, edebiyattan mizaha, sanatın her çeşidinden saçmalamanın her çeşidine... Kısacası aklıma esen her şey...

Son olarak kurallar...

Kural 1: Yazar bu blogu istediği an kapatma hakkına sahiptir, kimse de bir bok diyemez. Bir daha da açmaz.
Kural 2: Yazar kural 1'i istediği an delme hakkı vardır.
Kural 3: Bu blogda yazar imlaya, dil bilgisine dikkat etmek zorunda değildir.
Kural 4: Yazar istediğini yazar, isteyen istediğini anlar.
Kural 5: Burda kuralları yazar koyar, burda tanrı yazardır....
Kural 6: Bu kuralların hiç bir anlamı yoktur...

Şimdilik bu kadar...Öptüm kib mucxxxxx...