25 Ağustos 2008

istesem büyük futbolcu olurdum...



efendim geçen kaptırmışım kendimi yine fm oynuyorum... kurmuşum winamp-kola-cips-fm dörtlüsünü, devirmişim sabah saat beşi...

scoutlarımı türkiye'ye genç oyuncu aramaya gönderdim.eeee avrupa'nın en iyi teknik direktörü olabilirim ama para beni bozmadı.ülkeme birşeyler vermek istiyorum...neyse bu scoutlar bana gösterdiği bu futbolcular arasında genç bir orta saha oyuncusu gözüme battı.ismi de bir yerden tanıdık geliyor...şimdi ben burda ismini verip kimseyi de efenim... 'ulan bizim x lan bu' diyorum...ama yok lan isim benzerliğidir diye olayı geçiştiriyorum.

sonra o günlerden hala görüştüğüm birine bu olayı anlattığımda 'evet lan orda oynuyo o' diyor.gülüyorum ilk başta...

daha sonra içime oturuyor acısı.ulan diyorum, ben bu çocuğun eline verirdim eskiden diyorum.çalım manyağı yapardım,o günler gözümün önüne geliyor...arabanın altına kaçan toplar,araba geçince duran oyun,herkes eski yerine dönsün,sen bir adım gerideydin...yok direk üstü,kaleci nasıl zıplasın lan oraya...

o flashback sonrası gerçek vuruyor yüzüme...o futbolcu olup kurtarmıştı kendini.ben ise boş gezen bir adam...diyorum ulan ben de bırakmasam futbolu, kırmasak şu lanet olası bacakları ben de futbolcu olurdum kimbilir... belki de galatasaray formasını tribünlerde bağırarak değil, sahada koşarak terletiyordum.

ama keşkelerle olmuyor bu hayat... olmuyor...

neyse ben açıyım da biraz daha fm oynıyayım.o şerefsizi de aldım futbol hayatını bitiricem. gönderdim pafa, kimseye de satmıycam...

22 Ağustos 2008

cimbombomum benim...

malum yarın turkcell süper lig başlıyor. yine uzun bir süre futbol konuşulacak...

burası futbol blogu değil. futbolu da sanırım ilk kez yazıcam. ama yeni sezon öncesi böyle bir yazı yazasım geldi. takımımın yani galatasarayın bu sezonki durumunu yorumlamak istedim kendimce...

öncelikle kaleden başlayalım... orkun, de sanctis, aykut ve fırat... galatasarayın şu an için en kalabalık ama bir o kadar da problemli bir yeri gibi görünse de bence öyle değil. şu bir kesin ki bu sene galatasarayın birinci kalecisi olmayacak. formayı kim daha çok iyiyse o alıcak. fırat'ın bu sene de forma bulması zor gözüküyor ama aykut gibi sabretmesi lazım onun da çünkü yetenekli bir kaleci. orkun'un bu sene biraz gerilerde kalıcağını düşünüyorum ama 'deli' orkun bizi şaşırtabilir. de sanctis ve aykut takımın kalesini koruyacak asıl isimler gibi duruyor. de sanctis şu an bence türkiyedeki en yetenekli kaleci. udinesiyi bir kaç oyuncuyla beraber taşıyanlardan... takıma alışması lazım sadece. aykutu her zaman sevmişimdir ve galatasarayın kalesini koruyacak kapasitede olduğunu düşünüyorum ama bazı eksikleri var. yan topları mesela... bence galatasaray kalesini rakibe göre koruycak kişi belirlenmeli. mesela kanatlardan yüklenen, hava toplarıyla gol arayan rakibe de sanchis, ara toplarıyla, kontrataklarla yüklenen takıma aykut...

gelelim defansa. galatasarayın en sağlam yerlerinden... türkiye liginin şu an çok üstünde ve bence çok az gol yerler. solda hakan balta, volkan ve alparslan. hakan balta ergünden sonra soğukkanlı sol kanat açığını kapattı galatasarayda. kademelere iyi giriyor ve sürpriz goller atıyor. volkan hücuma daha çok katılan bir kanat ama defansında eksiklikler var. yine rakibe göre oynayacak seçilmesi lazım. alparslan genç ve pek tanımıyorum ama geçen sene alınan serkan ve barışı düşününce vardır bir bildikleri diyorum. sağ bek eksik gibi şu an ama uğur dönüp forma girerse hiç hissedilmez bu eksiklik. o zamana kadar sabriye sabretmek lazım. defansın ortası süper denilebilir heralde. servet, emre aşık, emre güngör ve meira. diyecek bir şey yok... genç murat ve semih ise tecrübe kazanmalı...

orta saha da alternifi bol ve sorunsuz görünüyor galatasarayda... mehmet topal biraz formsuz, medya tarafından kafası karıştırılmaya çalışılıyor ama toparlıyacağına inanıyorum. linderoth umarım şanssızlığını kırar ve takıma döner. büyük roller alır bence bu sene. barış, ayhan, sabri, hasan ne zaman görev versen elinden geleni yapıcak oyuncular. başarıya aç ve patlamaya hazır ferdi, mehmet güven ve aydından (özellikle aydından) sürpriz bekliyorum. kewell sakatlanmazsa türkiye liginin yıldızı olur. arda bildiğimiz arda... lincolnden bıktım diyebilirim ve artık antipatik olmaya başladı. medya da biraz dolduruşa getiriyor ama o da hiçbir şey yapmıyor gerçekten. yeteneğini tartışmaya gerek yok ama oynamıyor adam... yedek başlayıp ikinci yarıda oyuna giren bir oyuncu olarak çok yararlı olur diyorum. favori orta saham solda kewell, sağda hasan şaş, ortada linderoth ve topal önlerinde de arda...

forvet biraz sorunlu gibi dursa da bence orası da alternatifi bol... transfer tabi ki de iyi olur ama sıradan bir forvet almaktansa hiç almamak daha iyi. şöyle brezilyadan arjantinden 18 19 yaşında bir forvet getirseler ne güzel olur ama nerdeee... neyse ümit ve nondayı tartışmaya gerek yok. arkadan yaser, erhan ve serkan geliyor. galatasaray gol sorunu çekmez bence bu sene... özellikle erhana dikkat... yasere de dikkat...

skibbe'ye gelirsek... kendisi hakkında pek bilgim yok. ama bu genç yaşına rağmen kariyeri çok iyi. tek eksiği almanya dışı tecrübesi olmaması. elinde malzeme bol... ama fantazi yapmaması lazım. dönüşümlü olarak bütün oyuncuları iyi kullanırsa hiç sorun olmaz. sonuçta kimi oynatırsa oynatsın yedek kulübesinde her zaman girer girmez oyuna etki edecek gerek defansta gerek hücumda oyunu değiştiricek oyuncular olucak... bunları iyi kullanmalı diye düşünüyorum.

galatasarayın bu sene ligde zorlanmadan şampiyon olmasını bekliyorum... ama büyük konuşmamak lazım. her an her şey olabilir. avrupada da başarı bekliyorum. şampiyonlar liginde gruplardan çıkar minumum ama benim gönlümde şükrü saraçoğlunda uefa kupasını kaldırmak var. o yüzden üçüncü olunup elenirse üzülmem aksine sevinirim bir yandan...

neyse bitiriyim... son olarak galatasarayıma yeni sezonda başarılar diliyorum...

not: alakalı şarkı bulamadığım için bu posta şarkı koyamadım...

21 Ağustos 2008

sinema tarihinin unutulmazları no 3 - un chien andalou





bugün bir kısa film hakkında bir iki bir şey söylemek istiyorum... belki de sinema tarihinde en çok ses getiren kısa film... ispanyol yönetmen salvador dali'nin 1929 tarihli ilk filmi... 'un chien andalou', türkçesi 'endülüs köpeği'...

şimdi filmin altına imzasını atan iki insan var. bunlar hakkında konuşmak istiyorum önce... ilki filmin yönetmeni, aynı zamanda senaristi luis bunuel... sinemada sürrealizmin babası sayılır kendisi. her filmi ayrı bir başyapıt, ayrı bir izlenesidir. ayrıca bu satırların yazarının en sevdiği yönetmenlerdendir. 'altın çağ'
, 'burjuvazinin dayanılmaz çekiciliği', 'belle de jour', 'las hurdes', 'los olvidados' aklıma gelen ilk filmleri...

ikinci kişi ise filmin diğer senaristi salvador dali. resimde sürrealizmin babası... delilik ve dahilik arasında gidip gelen biri. yine bu satırların yazarının en sevdiği ressamlardan...

biraz da filmle ilgili konuşalım. tarihin ilk sürrealist(gerçeküstü) -bunuel'in deyimiyle üstgerçekçi- filmi efendim 'un chien andalou'. bunuel ve dali'nin rüyalarından esinlenerek yaptıkları bir film ve ilk olmasına rağmen aynı zamanda sinemada sürrealizmin uç noktalarındandır. o dönemde resimde sürrealizm yavaş yavaş kabul görmüştü, ama sinemada, geçmişi olmayan yeni yeni kabullenilen bir sanat dalında böyle bir film yapmak tam bir delilik,ki bu deliliği ancak bu iki deli yapabilirdi... hele ki o dönemde yapılan, para kazanmak için yapılan ve eğlencelik olan filmleri düşününce. hele ki bunuel'in bu filmi annesinin iş kurması için verdiği parayla finanse ettiği düşünülürse...

filmle ilgili yapılacak pek bir yorum yok. zaten bunuel bu filmi yaparken çıktıkları yolu şu şekilde tanımlıyor... 'psikolojik, kültürel ve mantıksal hiç bir açıklamaya yer vermeyecek düşünce ve görüntüleri benimsemek, akla aykırı her düşünceye açık olmak...' bu sözden sonra konuşmam abes kaçar...

izleyin mutlaka bu filmi diyorum. şaşıracağınızı garanti ediyorum. aklınızdan asla çıkmayacak görüntüler izleyeceğinizi garanti ediyorum, anlamayacağınızı garanti ediyorum, seveceğinizi garanti ediyorum...

nerden bulabilirim diyorsanız film public domain olduğu için internetten, video paylaşım sitelerinden rahatlıkla bulunabilir. 16 dakikalık bir film zaten. haaa ben bulamadım derseniz size bizzat göndermekten de zevk duyarım efendim...

not: yukarda dinleyebileceğiniz pixies'in debaser şarkısı bu filme yazılmıştır...

19 Ağustos 2008

bir başka şehir...



başka bir şehirdeyim efendim. istanbuldayım...

stajım var demiştim sanırım bir önceki postumda. istanbulda türk hava yollarında yapıyorum stajı. haftasonundan beri burdayım...

daha önce gelmiştim istanbula. bir kaç günlüğüne de kalmıştım. çok sevmiştim şehri. belki de yakın bir sürede gideceğimi bildiğimden sevmiştim. tatilde ya da küçük bir kaçamakta olduğunu bildiğimden sevmiştim belki de... ama gerçekten sevmiştim. kusurları gözüme batmamıştı, hatta bu güzel şehirde yaşamak istemiştim bir gün...

ama şu an yaşanmaz bu şehirde diyorum. bu kalabalıkta, bu gürültüde, bu keşmekeşte... aynı kalabalık, aynı gürültü, aynı keşmekeş... neden sevmedim ki?

her gün işe git gel var çünkü. sabahın köründe kalkıp trafiğin içine atlamak var. yarım saatte yüz metre gidememek var. çünkü tatilde değilim. ve gerçekten istanbulda yaşıyorum şimdi... anlatamayacağım bir duygu belki ama sevemedim işte.

hayır, izmirliyim, izmirde yaşamak istiyorum. türkiyenin üçüncü büyük şehri. orası da kalabalık, çok bir farkı yok yani. ama oranın bence en büyük farkı, ruhsuz bir kalabalık değil. sanki bir ritim var orda, bir duygu, bir yaşama heyecanı var. abartıyorum belki, belki de saçmalıyorum, belki de sadece izmirli olduğumdan böyle ama öyle işte benim için.

neyse en azından haftasonu sami yendeyim. biletimi aldım bulmak için canım çıksa da... sırf galatasaray için bile yaşarım ben bu şehirde beee...

yok lan yaşamam. param olursa her maça gider gelirim...

not: şarkının adı çıkmıyor galiba... don mclean'dan 'american pie'... on numara şarkı...

15 Ağustos 2008

gereksiz cümleler bütünü





yaz okulu bitti bugün. berbat bir sınavla hem de... dd'den yükseltmek için aldığım dersten kalıcam sanırım. o değil de yaz okulu için verdiğim o kadar paraya yanarım.

son iki gündür murphy yasası bir türlü peşimi bırakmıyor. dün pasaport çıkarttırmak için emniyete gittim. sıra numarası aldım. 196 numara... 25 numaradaydı o sırada. neyse bekledik. 195 numaraya geldi sıra. umutla beklerken öğle tatiline girdi... 196 numara bendim lan!!! dersimin başlamasın 40 dakika var ve hoca 1 dakika bile geç gelenleri almıyor derse. tam çıkarken güneş gözlüğümün kaybettiğimin farkına vardım. nerde olabilirdi? ya dolmuşta düşürmüştüm, ya da metroda... metroya koştum. orada yokmuş. adam bana ben de kaybettiydim 2 hafta önce gözlüğü, unut sen onu dedi. neyse kızılaya gidip dolmuşçulara sorıyım bi de dedim. metroyla gidicem, metronun kapısı suratım kapandı. derse 35 dakika var ve bir dahaki metronun gelmesine 6 dakika. 23 dakika kala kızılaydaydım. dolmuşçulara sordum, onlar da unut dediler gözlüğü. neyse bari derse yetişiyim dedim, odtü dolmuşu hemen önümden geçti, el kaldırdım durmadı. bir dahaki dolmuş 5 dakikada doldu. hareket ettiğinde 16 dakika vardı. her kırmızı ışıkta durdu, her yerde yolcu indirip bindirdi ve polis de durdurdu. neyse uzattım sonunda derse geç kaldım. hoca almadı...

daha bir sürü talihsizlik yaşadım da anlatmak istemiyorum. dur son bir şey daha söyliyim. dün saat 6 gibi cebimde dolmuş parası bile yok, bankadan para çekicem. atm kartımı yuttu, banka kapalı ve ben parasızım...

yaz okulu bitti dedim ama sanmayın ki tatil var bana... pazartesi staj başlıyor...

çok karamsar bir yazı oldu. hayatta güzel şeyler de oluyor. ama son zamanlarda benim başıma pek gelmedi. şöyle düşünüyorum ' var mı şöyle anlatabileceğim güzel bir şey son zamanlarda'... ı ıhh yok. yani küçük küçük vardır tabi mutluluklar ama ben onları anlayamadığım ya da yeterince tadını çıkaramadığım için... sorun burda bende... insan kendine söz geçiremiyor ya, kendine verdiği sözleri tutamıyor, aldığı kararları uygulayamıyor ya, çok kötü bir şey bence bu... kardeşim bu benim hayatım değil mi? niye kontrol bende değil??? değil işte, o kadar kolay değil...

gelecegin internetinin onizlemesini yapiyoruz olayını katılmaya çalıştım ama bir türlü beceremediğim için katılamadım.

yanı başımızda insanlar ölüyor, siyasetçilerimizin acaba petrol boru hattına bir şey olur mu diye endişeleniyor... o boru size... tövbe tövbe...

resim, salvador dali'nin 'gala of the spheres' tablosu... insan içinde kayboluyor resmin...

aklıma yazacak başka bir şey gelmiyor...

12 Ağustos 2008

anlar...





eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
ikincisinde, daha çok hata yapardım.
kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
çok az şeyi
ciddiyetle yapardım.
temizlik sorun bile olmazdı asla.
daha çok riske girerdim.
seyahat ederdim daha fazla.
daha çok güneş doğuşu izler,
daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
görmediğim bir çok yere giderdim.
dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
anlar, sadece anlar. siz de anı yaşayın.
hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
gitmeyen insanlardandım ben.
yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
eğer yeniden başlayabilseydim,
ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ölüyorum...

jorge luis borges

fotoğrafı şurdan çaldım

not: şiiri okurken şarkıyı dinlemenizi tavsiye ederim. ya da şarkıyı dinlerken şiiri okumanızı... belki de ikisinin de ne demek istediğini anlayabilirsiniz...

11 Ağustos 2008

sinema tarihinin unutulmazları no 2- M






efendim, farkettiyseniz sol tarafta 'M' yazan bir el resmi var. hiç merak ettiniz mi, nedir, ne değildir diye? hayır, sadece bir harf değil 'M'... 'M' sinema tarihinin en iyi filmleri başlıklı listelerin değişilmez bir parçası olan 1931 almanya yapımı bir Fritz Lang filmi...

Filmi şöyle bir özetliyeyim. Bir çocuk katili... Ve bu katili arayan bir şehrin betimlemesi...

Evet, filmi bu iki cümleyle tamamen özetleyebiliriz. Ama kesinlikle sadece bu değil. Film katil üzerine değil, katili aramaktan çok daha öteye giden şehrin insanlarını anlatan bir film. bütün herkes katili arıyor ama herkesin arama sebebi kendi çıkarları doğrultusunda bencilce sebepler. kimileri suç üzerlerine kalmasın diye, kimileri itibarlarını kurtarmak için, kimileri katilin kurbanı olmamak için, kimileri de kahraman olmak için... filmi izlemeyenler için biraz aşırı ipucu olabilir ama filmi izlerken katilin bir an önce yakalanıp öldürülmesini isteyen bize sert bir tokat atıyor Fritz Lang. attığı bu tokatla asıl suçlunun toplumun ta kendisinin olduğunu gösteriveriyor bize. cezayı kendi yöntemleriyle verebileceğini düşünen, başınabuyruk hareket eden, bir katilden farkı olmayan toplumun... belki de bu şekilde kendi kurallarını koyan, istediğini öldüren, istediğini yaşatan faşist almanya toplumunun nasıl oluştuğunu anlatıyor bizlere Fritz Lang...

Filmi sinema tarihinin altın harflerle yazdıran senaryosu olduğu kadar sinemaya getirdiği yenilikler hiç kuşkusuz... Sessiz sinemadan, sesli sinemaya geçiş sırasında çekilen bu film de ses kullanımı kendinden sonra gelecek filmlere öncülük ediyor. dış sesin ilk kez kullanıldığı film aynı zamanda. sadece dış ses değil. günümüzde özellikle polisiye ve gerilim türü filmlerde klişe olarak gördüğümüz birçok öğenin ilk kullanıldığı filmdir. yüzü görünmeyen, psikolojik sorunları olan bir katil, gerilimi artırmak için kullanılan dar ve karanlık sokaklar, şiddeti göstermeden hissettirme... sadece bunlar değil tabi. kurguda, ışıklarda ve çekim tekniklerinde de bir çok ilki vardır. hızlı kesmelerle süslenen kurgu döneminde eşsizdir. karanlık sokaklara vurdurulan katilin sert gölgeleri ışık alanında yeni bir çığır açmıştır. sinemada alttan çekim bir kişiyi yüceltir, olduğundan büyük gösterir. işte bu özellik ilk kez bir filmde bu kadar belirgin kullanılmıştır.

neyse efendim uzatmayalım. kısaca ilklerin filmidir 'M'...

son olarak oyunculukla ilgili bir iki şey sölemek isterim. sinema tarihinin önemli oyuncularından biri olan Peter Lorre'un ilk ciddi oyunculuk denemesidir bu film. ve kendisi gerçekten harika bir katil karekteri yaratmış. sırf bu oyunculuk için bile izlenir bu film.

çekiminden bu yana 80 yıl geçmesine rağmen izlendiğinde hala aynı etkiyi bırakabiliyor 'M'... belki de bu kadar büyük film olmasının sırrı bu... eğer polisiye, gerilim türü filmleri seviyorsanız bu tür filmlerin atası sayılan 'M'i mutlaka izleyin derim ben. hatta bu yazıdan sonra canım o kadar çok çekti ki ben de şöyle bir kez daha göz atıcam...

not: şarkı filmde katile giden en önemli ipucu. izlerseniz ne dediğimi anlarsınız. izlediyseniz de zaten sorun yok...

10 Ağustos 2008

one world, one dream??!!





savaş meydanlarından çok uzakta onlarca asker tarafından korunan ofisinde, bir bilgisayar oyunu oynarmışcasına piyonlarını savaş alanlarına sürenlerin hırslarının kurbanı, masum insanlar mı olmak zorunda??

sıradan bir güne, yeni umutlarla uyananlar, yanlış zamanda, yanlış yerde olduğu için, uçaktan atılan bir bomba tarafından korkakça ve kalleşçe öldürülmek mi zorunda?

emirleri verenler savaştan çok uzakta uyurken, sırf oğulları eli silah tutucak yaşta diye analar, babaların uykuları kaçmak mı zorunda?

peki gerçekten yönetilmek zorunda mıyız? başımızda kimse olmasa, bir avuç fazla toprak için savaşanlar olmasa, durumumuz daha mı kötü olur? herkesin dili, dini, milleti, ırkı ne olursa olsun insanca yaşama hakkı olduğunu anlayamıyacak mıyız hiç?

bunları yazmak boşuna... sonuç yine belli... kimbilir kaç bomba daha patladı bunu yazarken...

vakit kaybı...

one world, one dream...

not: bu postu yazarken winampın bana hediyesi...

07 Ağustos 2008

sıkı can iyidir, tez çıkmaz...



efendim, bu blogun halinden, gidişatından memnun değilim ben... yazmaya başlarken böyle bir blog hayal etmemiştim. daha kişisel bir şeyler yazmaktı amacım ama şartlar farklı bir şeye götürdü bu blogu.

ama olsun. hiçbir şey için geç değildir. bugünden itibaren kişisel şeylerle de doldurucam bu blogu. öyle istiyorum çünkü.

son birkaç gündür içimde bir sıkıntı var. hani böyle nedenini bilmediğiniz garip bir duygu olur ya içinizde, anlam veremezsiniz, birşey yapmak istemezsiniz falan. işte o var ben de. bir bitkinlik, bıkkınlık var bende.

nedeni ne olabilir acaba? yazın ortasında ankarada çürüyorum. izmiri özledim... canım boyoz çekti. barışarock gidemiyorum param yok( bir hafta sonra olsa ne olurdu sanki). koskoca evde yalnızım... hiç derse gidesim yok... evden çıkasım yok... yataktan çıkasım yok... şöyle aşık olup, seveceğim biri yok.

bu yazıyı yazarken annem aradı ve yazmak istediğim yazıya yeni bir boyut kattı... başlığı bile değiştirdim, o derece... 'napıyorsun' dedi. 'napıyım anne evdeyim oturuyorum işte' dedim. 'sıkılıyorum' dedim. ve benim hayatımı mahveden sözlerden birini sarfetti yine... 'sıkı can iyidir, tez çıkmaz'...

annem bu lafı küçüklüğümden beri söyler bana... sürekli sıkılanbir çocuktum ben. bu lafı anlayana kadar uzun zaman geçti. 'anneme sıkılıyorum dedim bana sıkıcan dedi. neyi sıkıcam ki? tez ne demek?? nerden çıkmıyor ki bu tez? ne demek lan bu...' bunları düşününce tabi sıkılma falan kalmaz.

ama yıllar geçtikçe, sürekli bu monotonluk yedi bitirdi beni. neyin var diyor, sıkılıyorum diyince robot gibi aynı söz. çok yardımcı oldun, derdime çare buldun anne...

hayır, şu an lafın tam olarak ne anlama geldiğini anlıyorum ama mantıksal açıdan yine bir anlam veremiyorum. sıkı can niye tez çıkmıyor ki?... eğlenen adam küt diye gidiyor mu?? böyle bir bilimsel deney var mı? 50 tane eğlenen ve 50 tane sıkılan adam üzerinde yapılmış bir araştırma falan? yoksa fareler üzerinde mi test edilmiş? isviçre bilim adamları yapmıştır kesin bu deneyi... isviçre ne refah bir toplumdur ki bilim adamları saçma sapan şeyler araştırıyor. peki bu intihar edenler falan hayattan sıkılanlar değil mi? eee ne diye ölüyor bunlar?? yoksa zevkten mi intihar ediyorlar?...

yine saçmalamaya başladım ben. kendi iyiliğim için bitiriyim yazıyı...

bir de dayım 'sıkma canını, okşa patlıcanı' derdi bana. lan bu küçücük çocuğa söylenir mi? buna da az kafa yormamıştım ben...

bak hala bitiremiyorum yazıyı. bitirdim...

offf, ne pis bir çocukluk geçirmişim lan ben...

bak hala!!

05 Ağustos 2008

rektörlerimiz seçildi çok şükür...



Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe atandı. üniversitedeki seçimde 297 oyla birinci olan türban karşıtı bildiri yayınlayan üniversitelerarası kurul başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın değil...

Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç atandı. üniversitedeki seçimde 148 oy alan Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Naime Canoruç değil...

Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Mehmet Füzün atandı. üniversitedeki seçimde 564 oy alarak Mehmet Füzün'ü üçe katlayan Prof. Dr. Sedef Gidener değil...

Gazi Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Rıza Ayhan atandı. üniversitedeki seçimlerde 732 oy alıp en yakn rakibine 348 oy fark atan eski rektör Prof. Dr. Kadri Yamaç değil...

İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Muhammed Şahin atandı. üniversitedeki seçimlerde 362 oy alan Prof. Dr. Hüseyin Faruk Karadoğan değil...

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Hüseyin Akan atandı. üniversitedeki seçimde 262 oyla birinci olan Prof. Dr. Murat Aydın değil...

Uludağ Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Medet Mete Cengiz atandı. üniversitedeki seçimde 254 oy alarak birinci olan Prof. Dr. Merih Yurtkuran değil...

Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. İsmail Yüksek atandı. üniversitedeki seçimlerde 211 oy ile birinci olan Prof. Dr. Durul Ören değil...

*************************************

bu atamaları gerçekleştiren sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün partisi AKP seçimlerden yüzde 47 oy alarak birinci çıktıklarını ve halkın iradesine saygı gösterilmesi gerektiğini savunuyor...

ilginç...

04 Ağustos 2008

Sinema tarihinin unutulmazları no 1- Ladri di biciclette



efendim karar verdim yeni bir yazı dizisine başlıyorum... gören de hürriyette araştırmacı yazarım(!) zannedicek...

neyse, sinema tarihinin başyapıtları kabul edilen, her biri yeni bir çığır açmış ve alanının en iyi filmleri kabul edileni mutlaka izlenmesi gereken unutulmaz filmleri yazacağım... eğer izlediyseniz yorumlarınızı paylaşırsanız, izlemediyseniz de benim tavsiyemle izleyip yine yorumlarınızı paylaşırsanız çok bahtiyar olurum...



ilk filmimiz italyan sinemasının usta yönetmenlerinden vittorio de sica'nın 1949 yapımı 'neo realismo' akımının en önemli örneklerinden biri kabul edilen 'ladri di biciclette'(türkçesi 'bisiklet hırsızları') filmi. çoğu yönetmenin hayatımı değiştiren filmlerden, yönetmen olmamı sağlayan filmlerden dediği bir film.

şimdi bu filmi anlatmaya başlamadan önce 'neo realismo'dan yani yeni gerçekçilik akımından bahsetsem biraz daha iyi olur sanırım... faşist italya zamanında mussolini tarafından kurulan italyan film endüstrisi 'cinecitta', 'beyaz telefon filmleri' adı verilen faşizm propagandası yapan, 2. dünya savaşı sonrası italyan toplumunun gerçeklerini yansıtmayan ve burjuva yaşam tarzını anlatan filmler yapıyordu. işte bu tür filmlere tepki amaçlı doğduğu 'neo realismo'... rosellini, fellini, visconti, de sica gibi yönetmenlerin öncülüğünde doğan bu akımın filmleri toplumsal gerçeklere dayanan belgesel tadında filmlerdi. yani sinemanın sokağa çıkması gerektiğini savunuyordu. 'sanat toplum içindir, toplumu bilinçlendirmelidir' diyordu. bu akımın en önemli özellikleri stüdyo çekimlerinden ziyade sokakta yapılan, az efekt, doğal ışık kullanımı içeren, amatör oyuncuların oynadığı ve toplumun yaşadığı sorunlara parmak basan düşük bütçeli filmlerdi.

işte 'bisiklet hırsızları' yukarıda bahsettiğim 'neo realismo'nun tüm özelliklerini taşıyan bir film... amatör oyuncular -ki oyuncuların perfomansı olağanüstü,yönetmenin oyuncu yönetimindeki ustalığı kendini göstermiş-, dış çekimler, ve savaş sonrası italyan toplumunun sefaletini gösteren bir senaryo...

baba ricci iş arayan ve evini geçindirmeye çalışan bir adam. bir gün işçi bulma kurumu ona bir iş imkanı sağlıyor. afiş asıcak... ama mutlaka bisikleti olması lazım. evdeki eski çarşafları rehin bırakarak bir bisiklet alıyor. ama işinin ilk gününde çaldırıyor bisikleti...

işte film burdan sonra başlıyor. bisikletini aramaya başlıyor küçük oğluyla ricci... o bisiklet ki onun her şeyi... onu kaybetmek demek ailesini geçindirme umudunu kaybetmesi demek. çünkü bu iş sayesinde yeterli para kazanacağını düşünüyordu.

de sica bu arayış içerisinde baba ve oğulun psikolojilerini yani toplumun psikolojisini inanılmaz bir biçimde gözler önüne seriyor. babanın çaresizliğinin onu sürüklediği yolları ve çocuğun babasına olan güveninin ve hayranlığın yükselişini ve alçalışını sinemanın diliyle anlatıyor bizlere...

filmle ilgili daha fazla spoiler vermek istemiyorum. sadece mutlaka izleyin bu filmi diyorum.

son olarak ilginç bir not filmle ilgili... filmin yönetmeni ve 'neo realismo'nun en önemli yönetmenlerinden vittoria de sica yukarda bahsettiğim 'beyaz telefon filmleri'nin aranan oyuncularındanmış... enteresan...

dipnot: bu filmin alessandro cicognini'nin yaptığı harika bir soundtracki vardır. gönül ister ki bu posta o şarkıyı koyayım ama internette bulamadım o şarkıyı bir türlü... bulabilen olursa ve bana gönderirse minnettar olurum.

01 Ağustos 2008

para maçı...



para maçını kim oynamamıştır ki...

ortaokul, lise yılları... üç adet bozuk para, iki öğrenci ve ateşli bir taraftar topluluğu... teneffüslerin, boş derslerin ve hatta dolu derslerin vazgeçilmez aktivitesi.

ligini bile yapmıştık biz bunun. bir fikstür çıkartmıştık, hangi gün, hangi teneffüs, kimin kiminle maç yapacağı belliydi. 4 ayrı masada, hakemler eşliğinde... 2. olmuştum averajla. son iki haftaya lider girmiştim. ligin zayıf ekiplerinden(!) birine tenefüsün kısa sürmesi sonucu yenilince kaptırmıştım liderliği... az mızıkçılık yapmamıştım maçın tekrar edilmesi için ama olmadı işte.

basketbol oyunu da vardı bunun. hatta eğik bir masada parayı dik tutup köşesine vurarak döndürmek suretiyle orta açılan ve bir takım arkadaşın üfleyerek gol aradığı bir türü de vardı... bir paradan ne kadar da çok oyun çıkarmıştık...

niye peki bu nostalji?? efendim internetten buldum tekrar para maçını. euro 2008 için yapmışlar ben yeni keşfettim. yarın önemli bir sınavım var, çalışmaya bugün başladım ama ben 10 dakika çalışıp, yarım saat bu oyunu oynuyorum... internetten oynanan en iyi oyun benim gördüğüm... dikkat bağımlılık yaratabilir...

işte oyun burda...