28 Temmuz 2008

aleyna çelik...





aleyna çelik kim?? gazetelerde haberi vardı bugün, kredi kartı reklamının hemen üstünde...bir sayfa öncesinde bodrumda samimi görüntüler veren çiftin fotoğrafı vardı... peki aleyna çelik kim?

aleyna çelik manken değildi. sosyetik bir güzel ya da şarkıcı da değildi. dizilerde falan da oynamadı. 4 yaşında küçük bir kız çocuğuydu. dün güngörendeki patlamalarda hayatını yitirenlerden biriydi. bu sayede gazetelere çıktı. belki yarın da çıkıcak, hadi ondan sonraki gün de haber yapsın birkaç popülist gazete.en geç cuma günü unutulacak. 4 yaşında ölen herkes gibi...

4 yaşındaydı... sadece 4 yıl yaşayabildi... siz 4 yaşındayken ne yaptığınızı hatırlayabiliyor musunuz? hayallerinizi hatırlayabiliyor musunuz? 4 yaşındayken dünün, bugünün, yarının önemi var mıydı sizin için? 4 yılın ne kadar kısa bir zaman olduğunun farkında mıydınız 4 yaşındayken? 4 yaşındayken yeterince yaşadığınızı düşünüyor muydunuz? ya da uyandığınızda bugün ölebilirim belki diye düşündünüz mü 4 yaşındayken? hatta 4 yaşındayken sizin için ölüm, oyun oynarken yere yatıp gözünüzü kapatmak değil miydi?

öldüğünde sadece 4 yaşındaydı. yapmadığı milyonlarca şey vardı, görmediği yerler, yemediği yemekler, hissetmediği duygular... hayalleri vardı, belki de hayal bile kuramıyordu daha. ama en azında yemeğini yedikten sonra arkadaşlarıyla oynamak istiyordu... yaşamadığı, yaşatmadığımız koskoca bir hayatı vardı...

aleyna ölen ilk çocuk değil. ne kadar konuşsak da son çocuk olmayacak. elimizden birşey gelmez. aslında bana koyan da bu... yarın yeni çocuklar ölücek, belki türkiyede yine, belki dünyanın öbür ucunda... belki 4 yaşında aleyna gibi, belki 6, belki 11...

'çocuklar ölebilir yarın' demişti nazım hikmet... 'hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından, düşerek de değil kuyulara filan. çocuklar ölebilir yarın, çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın...'

evet ölüyor çocuklar. insanoğlunun hırsı öldürüyor onları. hükmetme arzusu öldürüyor hiçbir suçu olmayanları... güya inandıkları şeyler uğruna öldürüyorlar, hiç ölmeyeceğine inanan çocukları...

davaları varmış. eğer sizin davalarınız küçücük çocukların ölmesiyse, sizin davanız yardıma koşan masum insanları öldürmekse lanet olsun sizin davanıza. size de, terörünüze de, savaşınıza da, silahlarınıza da, bombalarınıza da lanet olsun...

merak ediyorum, minik aleynalar ölürken nasıl rahat uyuyabiliyorsunuz yataklarınızda. hadi beyni yıkanan, düşünme yetisi elinden alınan piyonları geçtim -ki onlar eminim uyuyamıyordur acılarından- o komutu verenler nasıl kapatabiliyor gözlerini??

son olarak yine nazım hikmetin kız çocuğu şiirinden bir dizeyi yazmak istiyorum...tabi birileri için birşey ifade ediyorsa...

çocuklar ölmesinler, şeker de yiyebilsinler...

25 Temmuz 2008

ben içeri düştüğümden beri...

şiirim geldi benim bu gece...



ben iceri düstügümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
bir kur$un kalemim vardı ben içeri düştügüm sene.
bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."

katillikten yatan osman,
ben içeri düştügümden beri,
yedi buçuğu doldurup çıktı,
dolaştı dışarlarda bir vakit,
sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
altı ayı doldurup çıktı tekrar,
dün mektup geldi, evlenmiş,
bir çocuğu doğacakmı$ baharda.

şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
rahat , geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri.
ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.

pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
ben içeri düştüğüm sene.
sonra vesikaya bindi,
bizim burda,içerde, birbirini vurdu millet
yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.

ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz.
daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamı$tı hiro$ima'ya.
bogazlanan bir cocugun kanı gibi aktı zaman.
sonra kapandı resmen o fasıl,
şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.

fakat gün ı$ıdı her $eye rağmen ben içeri düştüğümden beri.
ve karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya...

ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,
ben içeri düştügüm sene onlar için yazdığımı
onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada ku$ kadar çokturlar,
korkak,cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,

ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır.

ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lâfü güzaf.


nazım hikmet...

buluşmak üzere...



Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım

Can YÜCEL

23 Temmuz 2008

bir recep ivedik incelemesi





efendim herkes bu filmi konuştu, uzun bir süre konuşmaya da devam etti.benim de birşeyler söyleyesim var bu konuda...

yazıma çok sevdiğim bir abimin sözüyle başlamak istiyorum. 'sinemanın yüzde 99'u ticaridir, geri kalan yüzde 1'i sanattır.'

aynı şey müzikte de var, aynı şey tiyatroda da var, aynı şey edebiyatta da var. biz sadece para kazanmak için kaset çıkaran ama yüzlerce hayranı olan insanlar da gördük, sırf tiyatro dolsun para kazanıyım diye oyunlar yazan ve oynayan, yeni tiyatro çeşitleri yaratmaya çalışan insanlar da gördük ki bunların oyunlarına da gittik. cümlenin sonuna nokta koymayan, dahi anlamındaki de'yi ayrı yazamayan insanların kitaplarını da aldık...

şimdi bu konuda 'sinema' ve 'film' kavramlarını ayırmak lazım. sinema yedinci sanat olarak geçer, 'film' ise kamerayla çekilen herşeydir. yani düğünde çektiğiniz görüntüler de filmdir, cep telefonunuzun kamerasıyla çektiğiniz de filmdir. ama tarkovski'nin, bunuel'in çektiği sinemadır, sanattır.

yani demek istediğim şu. serdar ortaç'ın topu topu 7 notayla yaptığı şarkılarla, ismail yk şarkılarıyla, britney spears şarkılarıyla, mozart'ın, beethoven'ın senfonilerini aynı kefeye koyamazsak, 'recep ivedik' filmini de sanatsal açıdan bakmak abes olur... yani onu asıl amaçladığı şeyle yargılamak lazım... bu filmi kamera açılarına bakarak yargılamak mantıksız olur. çünkü burda önemli olan teknik değil. önemli olan kamera arkası değil, kamera önü... kameranın önünde konuşan insanlar. onları nasıl çektiğinin bir önemi yok. çünkü bu film, adeta birkaç skeçi uç uca ekleyerek oluşturulmuş bir film...

peki ne amaçlıyordu recep ivedik? şahan gökbakar'ın kendi söylediği gibi sadece güldürmeyi... sanatsal bir kaygı yok yani, sadece güldürmek. peki bunu başardı mı. şahsen ben hayvanlar gibi güldüm.

evet bu filme giden 5 milyon kişiden biriyim. ve salondan memnun ayrıldım. çünkü giderken amacım gülmekti ve güldüm...

neden eleştiriliyor bu kadar sorusuna gelelim. bu filmi eleştirenler bu filmin ne amaçla çekildiğini bilmiyor mu? biliyor... yıllarca mehmet ali erbil'in çektiği aynı esprilerle dönen saçma sapan filmleri eleştirmediler neden bunu eleştirdiler? yıllarca amerikan sineması önümüze bunlardan onlarca koymadı mı? sebep basit...recep ivedik çok sattı, zeki demirkubuz, nuri bilge ceylan filmlerine 10 bin kişi giderken bu filme milyonlar gitti... bu peki recep ivedik'in suçu mu? türk insanının sinema sanatına ilgi göstermemesi recep ivedik'in suçu mu?

eleştirilmesinin bir başka nedeni tabi ki toplumdan kendi üstün görmek... toplumun alt kesimi bu filme gidince, kendi onlardan üstün gören insanlar bu filme taş atmaya başladılar. olay bundan ibarettir...

yani demem o ki 'recep ivedik' başarılı bir 'film'dir... kendi amaçladıkları doğrultusunda, kendi türü göz önüne alındığında çok başarılı bir filmdir...

not: şarkının yazıyla bir alakası yok...

22 Temmuz 2008

gökçek lütfen odtüyü yık!!!






teşekkürler gökçek, odtünün ihtiyacı vardı böyle bir şeye...

efendim odtüden bahsediyoruz... sadece türkiyenin en önemli eğitim kurumlarından değildir odtü. türkiye siyasi tarihinde çok önemli yeri vardır verdiği tepkilerle. deniz gezmişiyle, devrim yazısıyla, amerikan büyükelçisinin arabasını yakmasıyla hep bir uyanışın simgesi olmuştur odtü...

ama günümüz türk gençliğinin en büyük sorunu odtüde de baş gösteriyor son yıllarda...seksen sonrası apolitik yetiştirilen türk gençliği okuyor odtüde. yaşamıyor, itiraz etmiyor, karşı çıkmıyor, sesini yükseltmiyor, sadece okuyor.

türk milletinin de derin bir uykuda olduğu bir gerçek... yaşadığım bir örnek vermek istiyorum. geçen sene ankarada baş gösteren büyük susuzluk sonrası belediye sokağımıza su tankeri gönderiyor.sular kesik olduğundan bütün herkes aşağıda kuyrukta. iki yaşlı adam aralarında konuşuyorlar. 'bravo gökçeğe.bak su gönderiyor bize'... dayanamayıp su sorununa önlem almayıp bizi bu duruma düşürenin gökçek olduğunu söylüyorum. bütün herkes karşımda tabi hemen. sen ne anlarsın diyenler, işine bak diyenler, büyükler konuşuyor girme araya diyenler... cevap vermeye çalışsam da tek başıma göğüs geremiyorum....

yani türkiye uyuyordu ve onu uyandırabilecek bir etmen olan odtü de uyuyordu. ta ki bugüne dek...

gündemi takip ediyorsanız biliyorsunuzdur i. melih gökçekin yapmak istediklerini... odtüyü yıkmak istiyor. odtünün yeşerttiği çorak topraklara gözünü dikmiş durumda. ordan yol geçirmek istiyor, eymir gölünü rant kapısı olarak görüyor.

işte bu odtüde bir hareketlilik yarattı. ağzından böyle şeyler duyacağını hayatta düşünmediğim kişiler gökçeğe karşı tepkilerini dile getiriyorlardı. yolda yürürken önümde boya kutusundan çıkmış, kafam kadar gözlüklü sahte sarışınlar gökçek hakkında konuşuyorlardı. metalcisi, emosu, tikkysi, doğulusu, batılısı, mühendisi kısaca bütün odtünün bu konuda söyleyecek bir şeyleri vardı. memnun olmadıkları bazı şeyler vardı.

bugün yapılan eylemde de gördüm bunu. odtüde her kesimden insan gelmişti... derslerini bırakıp gelmişti ve tepkilerini ortaya koyuyorlardı...

bu yüzden çok teşekkürler gökçek... odtüyü dürttüğün için çok teşekkürler... inşallah odtüyü yıkmaya gelirsin, inşallah eymiri almaya gelirsin. ihtiyacımız var çünkü buna...

dipnot: efendim her posta şarkı ekliyeceğimi söylemiştim. bu posta eklediğim şarkı çoğunuza tanıdık gelecektir. peki ne alakası var?? bu güzel şarkıyı böyle şeylere alet etmek istemezdim ama nakarat kısmında 'sen haklısın gökçek' ya da 'sen süpersin gökçek' 'sen anladın gökçek' gibi söylerseniz bir alaka kurabilirsiniz...

20 Temmuz 2008

bir yenilik...



evet efendim, blogumda bir yenilik yapıyım dedim...bundan sonra şöyle bir şey olucak bu blogta. yukarda gördüğünüz gibi her postta alakalı, alakasız bir şarkı olucak. böylece siz de benim saçmalıklarımı okurken bir yandan müzik dinleyebileceksiniz... güzel olur diye düşündüm, bilmem iyi düşünmüş müyüm...

ilk şarkımız şöyle hareketli bir şey olsun dedim...

kral tv dicey mod on
eveeeeetttt şimdi sırada hareketli bir parçamız var.loituma geliyor ve leva's polka diyor...
kral tv dicey mod off

haa bu arada bu şarkının sözlerini ezberleyene bütün mal varlığımı vaat ediyorum...

19 Temmuz 2008

trt ve sansürcü zihniyet

efendim bir önceki yazıda bahsetmiştim böyle bir yazı yazacağımdan...

dün gece trt2 de izledim 'kirazın tadı'nı... bu filmde çoğu izleyicinin gözünden kaçabilecek çok önemli ve küçük bir ayrıntı vardı. açıklıyım...

efendim filmde kahramanımızın arabaya aldığı bir asker vardı. trt'nin dublajına göre bu asker kendisinin azeri olduğunu söylüyordu. buraya kadar herşey normal. tabi filmin orjinalinde askerin kürt olduğunu bilmiyorsanız... evet, trt aslında ben kürdüm diyen askeri azeri olarak tanıtıyordu biz sinemaseverlere...

bir film özgün bir sanat eseridir. bir tablo gibi, ya da bir heykel gibi. bu eseri halka gösteren kişi ya da kurumun bu eserin en ufak bir yerini değiştirmesine hakkı yoktur. madem değiştirceksin göstermezsin.

kürt yerine azeri demek küçük bir ayrıntı,evet.hatta filmde hiçbir önemi yok. ama bence bunun michelangelo'nun davut'una don giydirmekten hiçbir farkı yoktur. çünkü bir eserin bütünlüğü önemlidir.

hadi bu olayın sanatsal ya da emek boyutunu geçtim. ama düşününce bile bu olaya bir anlam veremiyorum. hadi sen orda kürt kelimesini sansürledin noldu? kürt sorunu bitti mi?? dünyada kürtler yaşamıyor mu?? kafasını kuma gömen devekuşu misali...

neyse uzatmıyım... gereksiz bir konu. türkiyenin kanalında küçük bir sansür olayı... sansür heryerde zaten...

kirazın tadı - abbas kiorastami

bugün yaz okulunun ilk finaline girdim efendim... sınav iyi geçmedi haliyle... sebep neydi peki?? sebep postun başlığında.

şöyle ki dün uzun zamandır izlemek istediğim abbas kiorastami'den kirazın tadı (orjinal adı ta'm e guilass) adlı film vardı trt'de. trt'nin yayınıyla ilgili bazı söyleyeceklerim var ama o bir daha ki posta... neyse biz geçelim filme...

filmi değerlendirmeden önce iran sineması ve abbas kiorastami ile ilgili birkaç söylemek isterim. efendim çoğu film eleştirmenleri şunu savunur. avrupa ve hollywood sineması 70'ler ve 80'ler bir senaryo sıkıntısı, bir tıkanma yaşamıştır. bu dönemde dünya sinemasında doğu kültüründen beslenen bir sinema arayışı belirdi. daha önce hindistanın dindirdiği bu arayışı bu dönemde sivrilen iran sineması yapmıştır ve hala günümüzde de yapmaya devam etmiştir. tabi bu dönemde iran sinemasına rakip olabilecek niteliklere sahip türk sineması erotizme yönelerek safdışı kalmıştır o ayrı bir konu... işte bu dönemde iran sinemasının yükselmesine en büyük katkıda bulunan yönetmenlerdendir abbas kiorastami... bir çok başyapıta imza atmıştır ve benim sevdiğim yönetmenlerdendir.

kirazın tadı ise kiorastami'nin ulaştığı en üst nokta olarak kabul edilir ki bu film kendisine cannes'dan altın palmiye getirmiştir 1997 yılında... bu filmle ilgili değerlendirmeme geçmeden önce izlemediyseniz bu filmi mutlaka izlemenizi öneririm...bir de izlemediyseniz yazının devamını okumayın, yoğun spoiler var çünkü... hatta filmi izledikten sonra okuyup yorumlarınızı paylaşırsanız daha bir mutlu olurum... evet...


************************************************

film intihara karar veren bir adamın öldükten sonra cansız bedenini gömücek birini aramasını anlatıyor...neredeyse gerçek zamanlı ilerlemesi manidar bence. kiorastami sinemasının en önemli özelliklerinden gerçeklik... kiorastami der ki 'benim inanmadığım bir şeyi, seyircinin inanmasını bekleyemem.' işte bu yüzden filmin gerçek zamanlı olması bizi film zamanından çıkartıp gerçekliğe, adamın hayatına yönlendiriyor.

film boyunca adam tozlu topraklı yollarda arabasıyla gezip, yabancıları arabasını alıyor ve onlara para karşılığında kendisini gömmelerini teklif ediyor. gezdi yolların tozlu topraklı olması toprağa dönme isteğini simgeliyor bence. yamaçtan aşağı dökülen toprağın düşüşünü izleyip dalması bunu kanıtlıyor....

sürekli arabalarına aldığı insanları ikna etmeye çalışmasını izliyoruz adamın. bir asker, bi ilahiyat öğrencisini dil dökerek ikna etmeye çalışıyor. sürekli kendi konuşuyor, yani konuşmayı yönlendiriyor. asıl ilginç olan en son arabasına binen türk öğretmenin teklifini kabul ettikten sonra hiç konuşmaması ve öğretmenin sürekli konuşması, onu kararından vazgeçirmek için ikna etmeye çalışması... yani konuşmanın kontrolünü ona vermesi. ben burdan şunu çıkardım. intihar eden insan ne olursa olsun onu hayata bağlıcak, kararından vazgeçirecek birşeyler arar. aslında adamın arayışı kendi gömücek biri için değil, kendini vazgeçirecek biri arıyor kahramanımız...kararını gözden geçirmesini sağlıcak biri yani. zaten adamı arabadan indirdikten sonra aniden geri dönüp onla konuşmaya çalışması da bunu gösteriyor...

teklifi kabul eden öğretmenin bu teklifi ölmek üzere olan oğlunun tedavi masrafları için kabul etmesi hayat döngüsünü vurguluyor. yani birilerin ölümü, birilerinin yaşamı...

son olarak kafaları karıştıran filmin sonu için birkaç bişi söylemek istiyorum.bazıları filmin sonunu 'bu sadece bir film, o adam ölmedi, hatta o adam olmadı bile.film bitti hadi kalkın' diye yorumlayabilir. ama bence öyle değil. aslında bu düşünce kiorastami'nin anlatmak istediğinin tamamen zıttı. kiorastami bence burda 'evet bu gerçekliği ben yaratıyorum, siz buna inanmıyorsunuz. ama hayatta bunlar oluyor' demek istiyor. yani gerçekliği yaratma aşamasını göstererek hayatta böyle şeylerin varolduğunu vurguluyor. yani bu izledikleriniz gerçek değil ama hisleriniz ya da bu olayın gerçek olduğunu düşünmeniz,gerçekliğini hissetmeniz gerçek... tam anlatamadım ama umarım demek istediğimi anlamışsınızdır. anlatmak için son bir deneme daha... burda önemli olan kahramanın ölmesi ya da yaşaması değil, asıl önemli olan bunu merak etmek...

yazımı türk öğretmenin kahramanımıza söylediği bir sözle bitirmek istiyorum. 'sağdan gidelim evlat. yol biraz daha taşlı ama daha güzel.' yani hayata sarıl, pes edip bırakmaktan daha zor ama mücadele etmeye devam et...

**************************************************

17 Temmuz 2008

john lennon-working class hero...

sadece bir şarkı değil... ders olarak okutulmalı bu sözler...

as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill
if you want to be a hero well just follow me

15 Temmuz 2008

Odtü Kısa Film Festivali 2008

Odtü Kısa Film Festivali... Odtü Sinema Topluluğu olarak düzenliyoruz bu sene ekim ayında...

Uzun zamandır oldukça emek verdiğimi söyleyebilirim.... Kolay gibi görülebilir düzenlemek. Ama değil. Hele Odtü'de düzenliyorsanız. Çünkü bazı değerleri vardır Odtü'nün... Bu değerleri yıkamazsınız. Bu yüzden ücretsiz ve sponsorsuz bir festival düzenliyoruz... Rektörlük de pek yardımcı olmayınca pek çok engel çıkıyor...

Neyse acındırmak değildi amacım kendimi... Sadece festival düzenlediğimizi duyurucaktım... Biliyorum pek okuyan yok şu an blogu ama olsun. Ben buraya da yazıyım da belki okuyanlar ilgi gösterir, ya da etrafında ilgi gösterenlere söylerler... Hemen geçiyim duyuruya.

*********************************

Odtü Sinema Topluluğu olarak, 22-25 Ekim 2008 tarihleri arasında yarışmalı ve yarışmasız kısımları olan bir kısa film festivali düzenliyoruz.

Çağrı metni;

Odtü Kısa Film Festivali, Kısa Film Günlerinden sonra tekrar düzenleniyor!

Festival 2 bölümden oluşuyor. İlk bölüm ulusal yarışma bölümü... Tür kısıtlaması olmaksızın 'ŞEHİR' temalı kısa filmlerinizi gönderebilirsiniz... Türkiye'nin sayılı akademisyenlerinden oluşan jüri üyeleri...

Ahmet İnam (ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı)
Tayfun Pirselimoğlu (Yönetmen-Yazar-Ressam)
Jale Erzen (ODTÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi )
Önder Şenyapılı(ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi)
Ruken Öztürk(Ankara Üni. Sinema-TV Bölümü Öğretim Üyesi)
Oğuz Onaran ( Ankara Üni. Sinema-TV Bölümü Öğretim Üyesi)

İkinci bölüm ise yarışma dışı gösterim bölümü. Bu bölümde tür ve konu kısıtlaması yok... Ön eleme yok... Süre kısıtlaması yok... Tüm kısa filmlerinizi gönderebilirsiniz...

Son başvuru tarihi 29 Eylül... Acele edin...

Ayrıntılı bilgi için:

internet adresimiz
http://www.sinema.metu.edu.tr/
facebook grubumuz
http://www.facebook.com/topic.php?uid=26484038697&topic=5034

ODTÜ SİNEMA TOPLULUĞU


14 Temmuz 2008

ben olsam...

Ben John Lennon'ın oğlu olsam, unkapanından türkü kasedi çıkarırdım.

Ben Juliette Binoche'un oğlu olsam, fox tv'de bir dizide başrol oynardım.

Ben Luis Bunuel'in oğlu olsam, fox tv'de bir dizi çekerdim.

Ben Maradona'nın oğlu olsam, sokakta top oynayan çocuklara 'kesiyim mi lan topunuzu' diye bağırırdım.

Ben Van Gogh'un oğlu olsam, resim derslerinde kuşları 'm' şeklinde çizerdim.

Ben Tolkien'in oğlu olsam, okuyacağım tek üçleme Cin Ali üçlemesi olurdu.

Ben Mozart'ın oğlu olsam, ıslıkla İsmail Yk. çalardım.

Ben Einstein'ın oğlu olsam, lisede fizik derslerini ekip internet kafeye giderdim.

Ben kendi oğlum olsam, babamla gurur duyardım...

not: sıkıldım lan...

12 Temmuz 2008

syd barrett...üstat...



Bu yazıyı aslında dün yazıcaktım... Şu an dinlediğim şarkıları aslında dün dinleyecektim... Ama hastanelerde sürünmemden dolayı, ölümünden 2 yıl 1 gün sonra anıyorum büyük insanı.


Hakkında söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Nerden başlasam bilmiyorum. Aklıma ölüm haberini ilk aldığım zaman geliyor. Bir temmuz günü, İzmir'in sıcağında kavrulurken öğrendim... Ekşi sözlüğe girdiğimde Syd Barrett başlığında bir sürü yazı vardı. Hakkında bu kadar entry girilince öldü sandım... Ve gerçekten ölmüştü...


Syd Barrett'ın benim için neler ifade ettiğini tam olarak anlatamam heralde. Öldüğünü öğrendiğimde hissettiklerimi de... Sonuçta müziği yıllar önce bırakmış, kendi odasından dışarı çıkmayan biriydi. Dehasını gösteremiyordu bize. Müzik anlamında çoktan ölmüştü. Ama onun orda bir yerlerde hala nefes aldığını bilmek, belki de aklında hala notaların uçuştuğunu bilmek bile yetiyordu, biz hayranlarına... Ya da sadece bana...


Yazıyı daha fazla uzatmak gelmiyor içimden...


Wish you were here, you crazy diamond...